Demokrasinin toplum tarafından benimsenmiş bir anlayış olarak kabul edildiği ülkelerin gazetecileri Türkiye’nin yoğun gündemini gördükçe hayıflanır, kendi ülkelerindeki tekdüze yaşamdan şikâyet ederler. Toplumsal yaşamda yasaların, teamüllerin, içselleştirilmiş üslupların egemen olduğu ülkelerde gazeteci olarak, hele ki siyaset dünyasıyla ilintili haber yapmak için bakışları çoğu kez ülke dışına çevirmek gerekir. O yüzden de bu ülkelerin medyalarında dünyanın gidişatına dair haber, yorum ve analizler oldukça geniş bir yer tutarlar.
Ancak son gelişmeler onların da algılama yeteneğini zorlar mahiyette. Olup biteni anlamlandırmak, gerekçelendirmek, mantıklı bir izah yolu bulmak için sıklıkla Türkiyeli meslektaşlarına başvurma, onların görüşlerini sorma ihtiyacı duyuyorlar.
Ülkede hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, her gelişmenin arkasında farklı beklentilerin ve amaçların olduğu bilindiğinden, salt yaşanana bakarak bir sonuç çıkarmak oldukça güç.
Geçtiğimiz son bir haftada yaşananlar, batılı gazetecilerin bir yıllık gündemini meşgul edecek düzeyde. Haftaya Mısır’a yönelik dış siyasetteki rota değişikliğine, karşı taraftan gelen ve yandaş basının alışık olduğu üzere ‘küstahça’ diye nitelendirdiği açıklamalarla başlamıştık. Yargıtay’ın bir önceki hafta hakkındaki temelsiz suçlamayı cezaya çeviren mahkeme kararını onamasından sonra, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin Meclis’te düşürülmesi beklenen bir şeydi ve yaşandı. Hiç kimse Meclis Başkanı Topçu’nun teamüllere uyarak hükmün okunmasını dönem sonuna bırakmasını beklemiyordu. Nitekim o da kimseyi şaşırtmadı ve sarayın yargıyı kullanarak yürüttüğü operasyonu, tam da kendisinden beklendiği şekilde sonlandırdı.
Gergerlioğlu’nun karakollarda ve cezaevlerinde yaygın şekilde uygulanan çıplak arama işkencesini inkâr edilemeyecek verilerle açıklamasının ardından iktidar köşeye sıkışmışlığını ancak böyle aşabilirdi. Ne var ki Gergerlioğlu hak arama mücadelesi toplumun geniş bir kesimi tarafından bilinen, o yüzden de takdir edilen bir siyasetçi. Onun milletvekilliğinin bu denli hoyrat bir şekilde düşürülmesi doğal olarak infial yaratacaktı.
Henüz o infial şekillenmeden bu kez Yargıtay Başsavcısı HDP’nin kapatılmasına yönelik iddianamesini Anayasa Mahkemesi’ne sundu. Ağırlıklı olarak yandaş medyanın iddiaları üzerine kurgulanan evlere şenlik bu iddianamede, aralarında rahmete gitmiş isimlerin de bulunduğu 700’e yakın siyasetçiye de siyaset yasağı öngörülüyordu.
Bu gelişmeler gündemi meşgul ederken ‘Kanal İstanbul’ projesini üstlenen sermaye odaklarına da ‘geçiş garantisi’ verildiği açıklandı.
Halkımızın diline yerleşmiş deyimler içinde ‘geceler gebedir, sabaha neler doğurur bilinmez’ diye bir saptama vardır. Bu tespite karşılık da bilinmez şerlerden korunmak üzere ‘sabah ola, hayrola’ dileği ile tedbir almaya çalışırız. Lakin bizim tedbir pek fayda etmiyor ve son günlerde hep bir şer haberiyle uyanıyoruz. Perşembe sabahının şerri, Gezi Parkı’nın mülkiyetinin İBB’den alınarak adı sanı bilinmez bir vakfa devriyle ilgiliydi. Şüphesiz buna da hukuki bir kılıf bulacaklardır. Diyanet İşleri Başkanı da Ayasofya’nın cami olarak açılışında yaptığı gibi ‘Vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar’ cinsinden bir fetva verirse şaşmamak gerek.
New York’ta Central Parkı falan kuruma, Londra’da Picadilly meydanını veya Paris’te Champ Elysee’yi filan kuruma devretmekten bahsedeni tımarhaneye kapatırlar. Bizde ise Haydarpaşa Garı otel ve rezidans olarak, Sirkeci garı AVM olarak peşkeş çekilebiliyor kolayca. Koskoca mahalleler kentsel dönüşüm bahanesiyle müteahhitlerce talan ediliyorlar.
20 aylık bir sürede Merkez Bankası başkanının üçüncü kez görevden alınması ne kadar doğalsa, Meclis’teki tüm partilerin oylarıyla imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanı kararnamesiyle çıkılması da o denli doğal.
Şu sütuna sığdıramadığımız daha ne garip olaylar yaşandı son gününde, hele de Newroz ateşlerinin yandığı şu bir haftada. Durduk yerde sokak kedisini tekmeleyen kadına ceza yazılınca itiraz etmiş ‘sanki insan tekmeledik’ diyerek. Ne diyelim, ilahiyatçı profesör ülkeyi terk ederken bizlere milli ve yerli tımarhanede sabır dilemişti, biz de kulaklarını çınlatıyoruz durmadan.