Bir kavram olarak ‘Batı’, Türkiye’den bakılınca ‘muasır medeniyet’ tanımının diğer adı olarak değerlendirilebilir. Buna bağlı olarak batılılaşma ve muasır medeniyete ulaşma, birbiriyle örtüşen ülküler olarak algılandılar.
Bu noktada can alıcı soru ‘kim tarafından?’. Sanırım bu sorunun yanıtı herkes için malum. Bir kez daha yineleyelim, yerliliği ve milliliği tartışmalı kurucu ideoloji ve onun siyasi örgütlenmesi ‘İttihat ve Terakki Cemiyeti’ tarafından.
Bugünkü bağnaz değer yargılarıyla ‘yerli’ tanımı Sevr haritasının ‘Türkiye’ olarak belirlediği alanla sınırlıdır. (İç Anadolu bölgesi olarak da tanımlanan bu alan genel seçimlerde AKP ve MHP oylarının birlikte %90 ve üstü oy aldığı illeri kapsıyor). Buna göre Selanik veya Üsküp’ün yerliliği doğal olarak tartışmalıdır. İçinde oldukça yüksek oranda mühtedi ve Hıristiyan Türk barındıran İTC’nin milliliği de ayrıca sorgulanmakta.
Batılılaşma, başka bir deyişle çağdaşlaşma taraftarları ile ortaçağ karanlığını tesis etme yanlılarının arasındaki çatışmanın arka planında yüz yıl önce tepeden inme sözde devrimlerle hesaplaşmanın yattığını söylemek mümkün. Cumhuriyetin ilk yıllarında darbeci bir yaklaşımla, gerektiğinde Hamidiye zırhlısıyla Karadeniz şehirlerini bombalayarak, Rize Ulucami önünde 18 kişiyi darağacında sallandırarak kılık kıyafeti ve yaşam tarzı değiştirilenler, bu uygulamalara kerhen ve mecburen rıza gösterdiler. Şimdi ise gazetelerinde açıkça şeriat çağrısı yapıyorlar.
Sonuçta Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezinin bir boyutu da böyle yaşanmakta. Bu tezle yerküreyi Batı, Latin ülkeleri, İslam devletleri, Slav- Ortodoks dünyası gibi daha çok din ayrılığı ekseninde tanımlayan medeniyetler veya kültürler çatışmasının farklı yansımalarını ise neredeyse ülke içindeki siyasi ayrışmalarla mikro ölçeklerde yaşıyoruz. İşin daha da tehlikeli olan yönü ise bu mikro ölçekli ayrımların çok daha yoğun bir şiddet potansiyeli taşıması. O yüzden de bu bağlamda çakan kıvılcımlar dünyanın farklı köşelerinde soykırım nitelemesine uygun kırımlara yol açıyor.
Bir diğer önemli gösterge ise, Batı kültürünün uzun yıllar içinde oluşturduğu, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası netleştirdikleri ilkelerin çok kısa bir sürede aşınarak yok olması. Özellikle PostSovyet dönem olarak adlandırılan süreçte emek sömürüsü büyük bir ivme kazanırken temel insan hakları alanında da yeni değer yargıları ayrımcılığı, düşmanlaşmayı teşvik edici nitelikte.
Avrupa devletlerini teslim alan göçmen korkusu, mülteci haklarını tanımlayan uluslararası sözleşmeleri fiilen askıya almış durumda. Macaristan veya Polonya gibi sosyalist bir geçmişe sahip devletler mülteci karşıtlığını düpedüz ırkçılık refleksleri göstererek sürdürüyorlar. Neredeyse uygar batı barbar doğuya karşı surlarla çevrilmek isteniyor. Avrupa’da metafor olarak kullanılan ‘duvar’ Trump iktidarında ABD- Meksika sınırı boyunca somut bir gerçekliğe dönüşüyor.
Küreselleşme kavramıyla eşzamanlı olarak gündeme gelen ‘Medeniyetler çatışması’ ve mikro milliyetçiliklerin yaygınlaşacağı teorisinin siyasi bir öngörü mü, yoksa çok daha erken yıllarda tasarlanan ‘Yeşil kuşak’ projesinin uygulamaya geçirilmesinin doğal bir sonucu mu olduğu ise tartışmaya muhtaç bir soru.
Öncesinde Sovyetler Birliği’ni güney sınırları boyunca kuşatacak anti Sovyet, dolayısıyla ABD yandaşı bir İslamcı kuşatma, Taliban hareketinden başlayarak El Nusra ve IŞİD’e kadar muhtelif değişimlerle ideolojik olarak Batı karşıtı, ama sahadaki uygulamalarında batının çıkarları doğrultusunda kullanışlı bir enstrümana dönüştü. 11 Eylül ve ardından da Avrupa kentlerinde yaşanan saldırılarla da Batı toplumlarında milliyetçi hareketlerin yükselmesi sağlandı.
Bu genel tablo içinde dünyanın mazlum halklarının uluslararası kamuoyunun desteğini sağlama çabaları ne yazık ki nafile olacaktır.
Oyunu bozacak olan AİHM ve benzerlerinin hikmeti değil, halkların kararlı direnişi olacak.