Eğer bu köşeye özgü genel bir başlık düşünmem gerekirse, aklıma gelenlerden biri de ‘Günlerin getirdiği’ olurdu. Bilmiyorum, böyle bir başlık belki de başka bir program için kullanılmış da olabilir. Ama yine de çoğu kez bu sütunda işlenen konular tam da bu başlığı hak ediyor gibi.
Bu hafta, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, bir kez daha 24 Nisan vurgusuyla konuşacağız. Ne de olsa hafta boyunca bir dizi anma etkinliğinin, panelin konusu bir kez daha Ermeni soykırımı olacak.
Sivil toplum kuruluşlarının veya siyasi grupların bu tarz etkinlikleri yıllardan beri tekrarlanan bir gelenek olmuştur. Ancak bu yıl, alışılmışın dışında bir girişim olarak Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından da ‘1915 Olayları Uluslararası Konferansı’ başlıklı bir etkinlik düzenleniyor.
20 Nisan tarihinde gerçekleşecek bu konferansın açılış konuşmalarını ise Türk Tarih Kurumu başkanı Prof. Birol Çetin ve İletişim başkanı Prof. Fahrettin Altun yapacaklar.
Düzenleyen kuruma, kullanılan başlığa (1915 olayları) ve katılımcı isimlerine bakıldığında, söz konusu etkinliğin geleneksel inkâr politikalarının yeni bir tezahürü olduğu açıkça görülmekte. Üç oturum halinde tasarlanan konferansın mali tablosu ise kamuoyu için muhtemelen bir muamma olarak kalacaktır. Zaten devletin bu konuda geçen onlarca yıl boyunca yurt dışındaki lobi şirketlerine, Türkiye’de belgesel yapımcılarına aktardığı paralarla kıyaslanırsa bir konferansın bütçesinin lafı bile edilmez.
Konuyu bu yıl Türkiye açısından rahatsız eden ihtimal ise ABD Başkanı Biden’in 24 Nisan konuşmasında o meşum ‘Jenosid’ kelimesini kullanıp kullanmayacağı meselesi. Bilindiği üzre daha önceki başkanlar Amerikalı Ermeni seçmenlere bu yönde vaatte bulundukları halde, seçimden sonra sözlerini tutmamışlardı. Günümüzde ise ABD- Türkiye ilişkileri bir dizi anlaşmazlığa bağlı olarak son derece netameli bir süreç yaşıyor. Bu durum Türkiye açısından kaygı, Ermeniler açısından da umut oluşturuyor.
Daha önceki pek çok yazımızda da belirtmiştik, Türkiye’nin kaygısı da, Ermenilerin umudu da 106 yıl önce katledilen masum insanların anılarına saygısızlıktan öte bir anlam taşımıyor. “Atalarımız soykırım yapmış olamaz”, “Müslümanlar soykırım yapmaz” veya “Türk askeri tecavüz etmez” gibi söylemlerle tarihi bir gerçekliği çarpıtmak, başka hiçbir anlam taşımıyorsa dahi, düpedüz 106 yıl önceki suçu sahiplenme anlamı taşıyor. Bu günün kuşaklarını dedelerinin suçundan arındıracak yegâne yöntem, insanlık suçunu mahkûm etmekten geçer. “Dün yapmıştık, gerekirse yine yaparız” diyen akıl geçmişin suç ortağıdır. Buna karşılık halkının yaşadığı felaketin tescilini yabancı bir parlamentonun kararında veya devlet başkanının dudaklarından dökülecek kelimede aramak da aynı derecede onur kırıcıdır.
Ermeni soykırımı bir Türkiye gerçekliğidir ve hesaplaşma alanı bu ülke toprakları, muhatabı bu ülke insanlarıdır.
Unutulmamalı ki demokratik bir rejim inşa etmemizin önündeki tek tıkaç 106 yıldan beri yüzleşemediğimiz tarihi gerçekliktir. Bir anlamda Mehmet Ağar’ın metaforik anlatımıyla duvardaki yanlış yerleştirilmiş tuğladır Ermeni soykırımı. Düzeltmek için yerinden çıkarılırsa bütün duvarın yıkılması ihtimali doğar.
Ağar bu metaforu Uğur Mumcu cinayetinin neden aydınlatılamayacağını anlatmak için kullanmıştı.
Soykırım, bu ülkede Cumhuriyetle oluşturulmaya çalışılan ulusun tutkalıdır. Başka bir anlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her fırsatta vurguladığı ‘Tek millet’ kavramı ancak büyük bir suçun ortaklığı ile mümkün olabilir. Bu suç ortaklığı ise sadece Ermeni soykırımının değil, Dersim’in, Maraş’ın, Sivas Madımak’ın, Roboski’nin, binlerce faili meçhul cinayetin, yüzlerce gazeteci katlinin, ülkeye hâkim olan dayanılmaz baskının da kaynağıdır. Bedeli her ne olursa olsun, duvardaki o tuğlayı düzeltmeden Türkiye’nin aydınlık geleceğinden bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Yukardaki cümleyi tekrarlamakta fayda var. Ermeni soykırımı bir Türkiye gerçekliğidir ve hesaplaşma alanı bu ülke toprakları, muhatabı bu ülke insanlarıdır.