Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılına yaklaşırken iyiden iyiye çözülmeye yüz tuttuğunun en önemli belirteçlerinden biri de, “Türkiye kabile devleti değildir” söylemi oldu. Anımsayalım, yakın geçmişte devlet aygıtının en üst makamlarından başlayarak iktidarın bakanları, milletvekilleri, onların sözcülüğünü üstlenmiş medya hep bir ağızdan, üsttenci ve bilgiç bir edayla bu saptamayı dillendirmeye başlamıştı. Ateş olmayan yerden duman çıkmayacağına göre, ülkenin gidişatını salt bu söyleme bakarak da anlamak mümkün.
Kabile devleti tanımının öncelikle işaret ettiği husus, hukukun işlevselliğinin olmayışıdır. Kabilenin reisi hukukun da, yasanın da patronu olduğunda, oyunun kurallarını tek başına belirlediğinde, ülkesini gece gördüğü rüyalarla yönetmeye başladığında modern devletin yapısökümü de başlamış olur.
Suç örgütü liderlerinden Sedat Peker’in izlenme sayısı çok yüksek videolarından çıkan sonuç da Türkiye’nin yapısal özelliğinin ‘kabile devleti’ tanımından çok ‘çete devleti’ ifadesine uygun bir özellik taşıdığı. Peker yüz yıl boyunca altına pislik süpürülen halının sadece bir ucunu kaldırdı ve buradan çıkanlar dahi durumun vahametini ortaya koymak için hayli açıklayıcı.
Kaldırdığı o köşeden milyarlarca dolar değerindeki gasplar, narkotik ticaretin bir kısmı, siyaset adına ısmarlanan, sipariş edilen milletvekili dövme eylemleri ve cinayetler görünür hale geldi.
Peker özenle halının diğer köşelerine ilişmiyor. Örneğin ülkenin doğusunda yaşananlara, salt siyasi saiklerle işlenen suçları ortaya çıkarmaya niyetlenmiyor. Binlerce, on binlerce insanın yaşamına mal olan kontrgerilla suçlarına değinmiyor.
Ne var ki onun değinmemesi durumu kurtarmaya yetmeyecek. İpin ucunu elden bırakmayınca çorabı sonuna kadar sökmek mümkün. Hele bir sıkıca asılalım o ipe, geriye doğru çözüldükçe Sedat Peker gibilerin üzerine millicilik hırkası giydirilmiş atalarıyla, örneğin İttihat ve Terakki Fırkasının tetikçileriyle, Yakup Cemillerle, Topal Osmanlarla, Teşkilatı Mahsusa katilleriyle karşılaşacağız.
Meclis oturumunda ‘üçe üç’ hezeyanıyla, ‘asmayalım da besleyelim mi?’ aşağılığıyla ülkeyi karanlığa sürükleyen kirli yüzlerle karşılaşacağız.
İşin aslını anlamak, daha doğrusu ülkeyi temizlemek, yeniden yaşanır bir yer haline getirmek için ise halıyı tümüyle kaldırmayı, altında gizlediklerini gün yüzüne çıkarmayı, yıllar içinde tortulaşan, katmanlar halinde kalkerleşen kiri kazımayı göze almak zorundayız. Uğur Mumcu cinayeti sonrasında Mehmet Ağar’ın işaret ettiği tuğla- duvar metaforunun aslı tam da budur.
Gün Güldal Mumcu’nun “Çek o tuğlayı, duvar yıkılsın, altında da kim kalırsa kalsın” sözünü toplum olarak haykırma günüdür. Tüm pisliklerin üstünü örten halı veya yanlış örülen duvarın yıkılmasını önleyen tuğla yerli yerinde durdukça ne halının üstünde ne de duvarın arkasında yaşamak zorunda olan bizlerin aydınlık bir geleceği olabilir.