Covid-19 adı verilen ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) ‘pandemi’ olarak tanımladığı virüsün yaşlı dünyamızı teslim alması iki yıla yaklaşıyor. Küresel bir kapanmaya yol açan salgına karşı tüm ülkeler umutlarını geliştirilecek etkili bir aşının bulunmasına bağladılar. Ancak geçmişteki deneyimler, böyle bir aşının geliştirilmesinin uzun yıllar gerektiren bir süreç olduğunu söylüyordu.
Salgın, dünya ekonomisini derin bir krize götürme potansiyeline sahipti. Şehiriçi, şehirlerarası, uluslararası ve kıtalararası her türlü ulaşım mutlak bir krizle karşılaştılar. Milyonlarca insan işini, 4 milyonu aşkın insansa yaşamını kaybetti.
Pandemi, fırsatçı kimi siyasetçi içinse ucuz bir manipülasyon fırsatı yaratmıştı. ABD Başkanı Trump elinde somut hiçbir veri olmadığı halde, salt virüsün ilk kez Çin’in Wuhan kentinde görüldüğüne dayanarak olmadık suçlamalara girişti. O yaygara içinde bunun planlı bir saldırı olduğunu veya Çinlilerin yarasa eti yemek gibi tuhaf alışkanlıklarının bu felakete yol açtığını öne sürenler de vardı. Hatta Trump meseleyi ‘Çin virüsü’ adını taktığı bu beladan ötürü Çin Halk Cumhuriyeti’nden tazminat talep etmeye kadar vardırdı.
Tıp biliminde kaydedilen ilerlemelerin ve kâr dürtüsünün bir sonucu olarak, beklenen aşı, hastalığın tanımlanmasının üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden bulundu. Bu kez de mikro milliyetçiliklerin devreye sokulduğuna tanıklık ettik. ‘Biontech-Pfizer’ lisansıyla üretilen aşının mucitleri Türkiyeli Aleviler, Amerikan menşeli ‘Moderna’ şirketinin CEO’su Lübnanlı bir Ermeni olunca, bu da kimilerine epeyce oyalanacak malzeme sağlamış oldu.
Daha ilginç olansa, aşının bulunmasıyla birlikte ortaya çıkan aşı karşıtlığı. Yine hemen her ülkede, hatırı sayılır sayıda insan, hükümetlerinin temin ettiği aşıdan yararlanmayı reddediyor. Bu yaygın reddedişin gerekçeleri ne denli farklı olursa olsun, ortak paydaları aynı noktada şekilleniyor: Güvensizlik. Kimi mantıklı, kimi mantıksız hatta düpedüz saçma gerekçelendirmeler nihayetinde ‘inanmıyorum’ veya ‘güvenmiyorum’ ifadeleriyle sonlanıyor.
Belki de aşı karşıtlarını dikkate almamızı gerektiren en önemli alan ‘inanmıyorum’ ve ‘güvenmiyorum’ sözlerinde saklı.
Tıp bilimi de içinde olmak üzere, kapitalizmin her şeyi, bu arada doğamızı, sağlığımızı metalaştırdığı bir düzende bilim, çok uzun bir süredir bu değirmene su taşımakla meşgul. Gıda kimyası denilen şey son tahlilde sağlığımızın pek çok şekilde bozulmasının en önemli etkeni. Benzer şekilde ilaç endüstrisi de tedaviden çok bağımlılık üretmek üzere kurgulanmış izlenimi veriyor.
Bu saptamalar günümüzden 60 yıl kadar önce açıklanan Türkiye İşçi Partisi’nin programını anımsatıyor: “Partimizin iktidarında dış ticaret, bankacılık, sigortacılık ve ilaç sanayi devletleştirilecektir.” Bu ilkeler sosyalist bir dünya görüşünün meseleleri doğru değerlendirme konusunda nasıl bir öngörüye sahip olduğunun da kanıtı gibi.
Kapitalizm gemi azıya almış bir halde tahribatlarını sürdürürken, sosyalizmin onu frenleyecek araçlardan yoksun olmasıysa çağımızın en büyük açmazı.