Faşizm, saldırgan milliyetçiliğin en azgın halidir. Tarih içine bu ideolojinin en ağır halleri ise, toplumsal bir destek bulmasıyla sağlanır. Kuruluş yıllarında Ermeni, Süryani, Ezidi ve Pontus soykırımları, ardından gelen mübadele anlaşmaları, ‘isyan bastırma’ gerekçesiyle Kürtlere yönelik iskân kanunları Türkiye toplumunda meşruiyet bulmuş, devletin resmi söylemleri halk yığınları tarafından da fazlaca sorgulanmadan, hatta genellikle hiç sorgulanmadan kabul görmüştür.
Çerkeslerin, Arnavutların, Pomakların, Boşnakların, Lazların, Müslüman Gürcülerin ve Helenlerin, Hemşinlilerin, ihtida eden Ermenilerin, Çingenelerin ve büyük şehirlere göç eden Kürtlerin bir kısmı egemen unsurdan sayılmanın nimetleri uğruna kolayca Türkleşmiştir. Bu süreçte kolaylaştırıcı unsur ise yakın geçmişteki suç ortaklığı ve ganimet paylaşımından pay almaları olmuştur.
Faşizm, bu özellikleriyle ele alındığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucu ideolojisi olmuştur. Yapay bir proje olarak hayata geçirilen Türk ulus- devletin harcında çimento olarak dinsel ve kültürel farklılıklarla keskinleştirilmiş milliyetçilikten kaynaklanan suç ortaklığı vardır. Müslüman inancı ile ortaklaştırılan halklar, Hanefi, Sünni mezhebinin dışında kalanları kolayca düşman ve yabancı konumuna iterken, kendi özgünlüklerini de gönüllü bir şekilde egemen çoğunluğa feda etmişlerdir.
Kuruluş yıllarına damgasını vuran milliyetçilik, ilerleyen yıllarda da hız kesmemiş, Yahudilere yönelik Trakya pogromları, 2. Dünya Savaşı yıllarında uygulanan, askere alma bahanesiyle silah verilmeden orduya alınan 20 Kura Ermeni Asker uygulaması, isyan bastırma bahanesi ile Dersim Kızılbaşlarının imhası, Varlık Vergisi gibi hukuksuzluklarla geçen otuz yılın önemli kırılma noktalarından biri de 6-7 Eylül 1955 pogromu olmuştur.
Kurucu ideolojinin dayatmaları günümüze değin gücünü koruyor. 1915 Ermeni katliamlarını soykırım olarak nitelemek, ya da 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın aslında bir işgal operasyonu olduğunu dillendirmek TCK 301 madde uyarınca Türklüğü aşağılama suçu olarak değerlendiriliyor. Tümüyle algı inşasına dayalı bir tarih anlatımı, gerçeklerin kendi adıyla anılmasına rıza göstermiyor. “Kurtuluş savaşı boyunca yedi düvele karşı savaşıldı” iddiası, sorgulamaya açık olmadığı için bugüne değin dillendiriliyor. Örneğin bu yedi düvele karşı hangi cephelerde savaşıldığına dair ne bir soru, ne de bir cevap olduğu halde, efsaneyi yeniden üretmek kimseyi rahatsız etmiyor. Hepsinden daha vahim olan ise, bu yalanların gün yüzüne çıkmasının sürdürülen dezenformasyonu zerre kadar geriletememesi. Örneğin General Sabri Yirmibeşoğlu’nun 6-7 Eylül olaylarının çok başarılı bir Özel Harp Dairesi operasyonu olduğunu itiraf etmesi, dahası amacına da ulaştığını söylemesinin hiçbir etkisi olmuyor. Aynı şekilde eski Dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in Dersim mağaralarına sığınan sivil insanları kimyasal silahlarla ‘fareler gibi’ öldürdüklerini anlatması, resmi tarih anlatımında bir virgülün bile değişmesini sağlayamıyor. Bağımsız bir ülkenin topraklarının bir kısmını işgal eden askeri operasyon ‘Barış Harekâtı’, birçok mahkûmun ölümüne yol açan saldırı ‘Hayata Dönüş Operasyonu’, öz savunma eylemleri ‘Devlete başkaldırı’ olarak niteleniyor.
Yanlış kuruluşla yüzleşmenin ve doğru gelecek inşasının tek yolu duvardaki yanlış tuğlanın ardında saklı, ama faşist rejim halen o tuğlaya el uzatmaya izin vermiyor.