Özgür Müftüoğlu
Sermayenin, devletin emeğe, emekçiye “insan” olarak hiçbir değer vermediği, kâr üreten bir metadan ibaret gördüğü, pandemi sürecinde bir kez daha tecrübe edildi. Aynı anlayış kamu emekçileriyle yapılan toplu iş sözleşmelerinde de sürüyor. Enflasyonun yüzde 40’ları aştığı koşullarda “Türkiye işçi sınıfının en örgütlü kesimiyle” yapılan sözleşmelerde kamu emekçilerine yüzde 5-6’lık ücret artışları dayatılıyor. Örgütlü işçilerde durum bu iken örgütsüz emekçilerin halini varın siz düşünün!
“Ücretler genel düzeyi”, emeğe verilen değerin yanı sıra bir ülkede demokrasisinin düzeyini gösteren turnusol kağıdı görevi de görür. Zira ücretler, eşit yurttaşlık, düşünce ve ifade özgürlüğü, yaşam hakkı gibi bireysel haklarla birlikte örgütlenme özgürlüğü, toplu pazarlık ve grev hakkı, sosyal güvenlik hakkı gibi kollektif hakların da yansımasıdır. İşte bu nedenle emekçilerin ücret mücadelesi ekonomik talepleri içeren bir mücadele gibi gözükse de aynı zamanda demokrasi için yürütülen siyasi bir mücadeledir.
Ancak burjuva ideologlar (revizyonizmin temsilcisi sol liberal ve sosyal demokratların da katkısıyla) ekonomik alanla siyasal alan arasına öyle kalın bir perde çekmiştir ki ücret başta olmak üzere ekonomik ve sosyal haklar için mücadele edenler (bunların başında sendikalar gelir) gerçekleştirdikleri mücadeleyle demokrasi arasındaki doğrudan ilişkiyi göremezler. Aynı şekilde siyasal ve kültürel hakları için demokrasi mücadelesi yürütenler de sınıf mücadeleleri üzerinde gelişen ekonomik ve sosyal hak mücadeleleriyle aralarında bir bağlantı kur(a)mazlar. Hatta hedeflerinin ayrı olduğunu düşündükleri bu iki mücadele alanının birbirini örselediğini düşünürler.
Örneğin sendikalar, son derece dar bir perspektifle sadece üyelerinin ekonomik haklarını korumaya çalışırken etnik farklılıkları, inançları, cinsiyetleri vb nedenlerle ayrımcılığa uğrayan kesimlerle yan yana gelmedikleri gibi sıklıkla ayrımcı politikaları destekler hatta ayrımcılığa uğrayan kesimleri dışlar. Türkiye’de sendikaların çok önemli kısmı bu anlayışa sahiptir. Kürt meselesinde, Suriyeli, Afgan göçmen işçiler meselesinde ayrımcılığı düşmanlaştırmaya vardıracak kadar bağnaz bir yaklaşım sergilemeleri bunun pratiğe dönüşmüş halidir.
Ekonomik ve siyasal haklar mücadelesini bir arada yürütme iradesi gösteren tek konfederasyon KESK içinde dahi bu irade çok zaman fiiliyata geçirilemez. Dolayısıyla ezilen ulusun mücadelesiyle ezilen sınıfın mücadelesi “demokrasi zemininde” ortaklaştırılmadan hiçbirinin kazanılamayacağı gerçeği görülmez.
Sendikaların yanı sıra siyasi partiler için de durum farklı değildir. Ülkedeki işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk meselesi üzerine giden ve ağızlarından hakkı, hukuku, adaleti düşürmeyenler, siyasal ve kültürel hak ihlallerine (özellikle Kürtlerinkine) göz yummakta; hal böyleyken de ettikleri sözlerin hiçbir anlamı kalmamaktadır.
Oysa ekonomik ve siyasi haklar bir bütündür. Biri görmezden gelinerek diğeri başarıya ulaşamaz. Daha açık ifadeyle, emekçilerin haklarını alabileceği demokratik bir ortam oluşturulamadığı sürece ne kültürel ve siyasal haklar ne de inanç özgürlüğü sağlanır. Aynı şekilde siyasal ve kültürel haklarla inanç özgürlüğünün sağlandığı bir demokratik düzen oluşturulamadıkça, emekçilerin emeklerinin karşılığını alabilmesi, güvenceli bir yaşam kurabilmesi mümkün olmayacaktır.
Eğer seçimi de kapsayacak bir mücadele ittifakı kurulacaksa (ki ivedilikle kurulmalıdır) bu; mutlaka ama mutlaka ekonomik ve siyasi taleplerin örtüştüğü, demokratik bir perspektifle olmalıdır!