Özgür Müftüoğlu
Sınıf mücadelesi yaşam mücadelesidir. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadeleye girişmesi, sadece çalışma koşulları ve sosyal hakların iyileştirilmesi için değil hayatta kalabilmek, yaşam hakkını savunmak içindir aynı zamanda. Kapitalizmin mülksüzleştirip, üretim araçlarından mahrum bıraktığı ve yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü satmak dışında seçeneği kalmayan kitlelerin “sınıf” olma bilincine varmaları, insan olmaktan kaynaklanan hakları olduğunun da bilincine varmalarıdır.
Fransız burjuva devrimi sonrası hazırlanan ve liberal demokrasinin temelini oluşturan 1791 Anayasası, insanlık tarihi için çok önemli olan eşit yurttaşlık hakkından söz ederken, emekçiler için yaşamsal olan hakları, mülkiyet hakkı ve girişimcilik özgürlüğüne engel olarak gördü. İşçilerin örgütlenmesini ve iş bırakmasını yasaklamasının yanı sıra mülkü olmayanlara seçme seçilme hakkı bile tanımadı. Böylece liberal demokrasi, işçi ile patronu eşit kabul etmediğini de tescillemiş oldu. Oysa yaşamak için emeğinden başka geliri olmayanlar da tıpkı mallarına, mülklerine, üretim araçlarına, ardından da emeklerine el koyan patronlar gibi insandır ve haklarıyla var olmalıdır.
Bir burjuva devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti de Fransız Anayasası’ndaki anlayışı benimsedi. Mahkeme duvarlarını süsleyen ve “mülkün yoksa adalet de yok” anlamına gelen “Adalet Mülkün Temelidir” sözü bunun en bariz nişanesidir.
İşte, hayatta kalma mücadelesi olarak da görülebileceğimiz sınıf mücadelesi, kendisini bir insan olarak yok sayan, emeği sömürülecek varlıklar olarak gören kapitalizme karşı bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı aynı zamanda savaşsız, sömürüsüz daha yaşanası bir dünyayı kurma mücadelesidir. 1886’da 8 saatlik iş günü mücadelesi nedeniyle Amerika’da başlattıkları eylem nedeniyle idam edilen işçilerin anısına II. Enternasyonal tarafından 1889 yılında “Uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü” olarak kabul edilen 1 Mayıs bu başkaldırının en somut ifadesidir.
* * *
Sınıf mücadelesinin yaşam mücadelesi olduğu, Covid-19 vesilesiyle bir kez daha tüm çıplaklığıyla görülmüştür. Pandemide yaşamda kalmanın temel ilkesi olan “fiziksel mesafe” kuralı emekçiler için uygulanmamış ve yaşamları (aileleri de dahil) tehlikeye atılmıştır. İşini kaybedenler ise gelirsiz kaldıkları için aileleriyle birlikte açlıkla karşı karşıya gelmiştir. İşverenin hak gasplarına itiraz edenler, örgütlenme hakkını kullanmak isteyenler, “ahlaka aykırı davranmak”la suçlanmış, hemen hiçbir hakkını kullanamayacağı biçimde işten çıkartılmışlardır. Sonuç olarak çalışma olanağı bulan pek çok işçi korona nedeniyle ya da diğer nedenlerle iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmiştir. Çalışma olanağı bulamayanlar ise aç kalmış ya da açlığı, borçluluğu gururuna yediremeyip intiharla yaşamına son vermiştir. Yani emekçiler üretim sürecinde söz hakları olmadığı için sadece sömürüyle karşı karşıya kalmamış, yaşamlarını da kaybetmiştir.
Aradan geçen yüzlerce yılda yöntemleri değişse de kapitalizm öldürmeye devam etmektedir. İşçi sınıfının, sermaye karşısında yaşam hakkını dahi koruyamayacak acziyette kalmasında en önemli etken kuşkusuz sınıf bilincinden uzaklaşarak “kapitalizme mahkûm olmayıp üretenin de yönetenin de kendileri olacağı yeni bir dünya kurma” hayalinden uzaklaşmış olmasıdır.
Emekçilerin kanı ve teri üzerinde yükselen, bununla yetinmeyip, havasını, suyunu, toprağını zehirleyerek dünyayı yaşanamayacak hale getiren kapitalizme karşı mücadele tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar acil ve gereklidir. Bu nedenle 1 Mayıs bugün her zaman olduğundan daha günceldir. 1 Mayıs, yalnızca tarihin anıldığı bir günü değil, yaşanılası bir dünyayı kurmak için sınıf dayanışması ve mücadelenin tek yol olduğunu hatırlatan bir bayramdır.
Tarlada, bağda, bahçede, fabrikada, markette, bankada, plazada, evde, okulda, hastanede çalışan, başkasının emeğini sömürmeyen, kendi emeğiyle geçinen herkesin 1 Mayıs’ı kutlu olsun! Bijî Yek Gûlan!