Özgür Müftüoğlu
OHAL döneminin karanlığında girilen 2017’den bu yana her yıl faşizmin baskısı hat safhaya ulaştığı hissedilip, “Artık sokağa çıkılamaz!” denilen bir dönemde kadınlar, 8 Mart eylemleriyle o karanlığı yırtıyor, hem ardından gelen Newroz’a hem 1 Mayıs’a cesaret aşılıyor!
Bu yıl kadınlar, 8 Mart eylemleri sonrasında sarayın İstanbul Sözleşmesi’ni bir gece ansızın feshetmesinin ardından her an mücadeleye hazır olduklarını gösterdi. Newroz meydanlarında HDP’yi kapatma girişimine yanıt niteliğinde gerçekleşen kitlesel eylemlerin hemen ardından; sokaklar, İstanbul Sözleşmesi’ni feshedenlere karşı mor flamalarla donandı.
12 Eylül darbesinin üzerinden tankla geçtiği toplumsal muhalefet, 1988-89 yıllarında işçi hareketinin grev ve eylemleriyle canlanmış, 90’lardan itibaren kamu emekçi hareketinin öncülüğünde sınırlı da olsa bir mücadele yürütmüştü. Kamu emekçi hareketinin öncü etkisi, giderek zayıflamasına rağmen, 2000’lerin ortalarına kadar devam ederken, 2010’larda etkisini iyiden iyiye yitirdi. Toplumsal mücadeleler -bütünlüklü ve sürekli olmasa da- Kürt hareketinin yanı sıra ekoloji mücadeleleri ve TEKEL direnişi gibi kapsamı ve süresi sınırlı işçi eylemleriyle sürdü.
2013’te Gezi direnişi gençlerin, kadınların, LGBT-İ’ler ve öğrencilerin de mücadeleye daha güçlü katılmasını sağladı. 2013 Newroz’u ile 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar süren çözüm döneminde toplumsal mücadele tüm alanlarda hareketlendi. Ancak 7 Haziran sonrası çözüm sürecinin sonlanması, şiddetin ve çatışmaların artmasıyla toplumsal muhalefet üzerindeki baskılar yoğunlaştı. 15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL’le birlikte baskılar daha da arttı.
Kadın hareketi tüm baskılara rağmen giderek kitleselleşti ve faşizmin karanlığına karşı direnişin öncüsü oldu. Faşizmin kör karanlığı ülkenin üzerini kaplarken kadın hareketinin güçlenmesi tesadüf değildi elbette. Zira dine dayalı faşizmin (İslamofaşizmin) en açık hedefi kadınlardı ve uğradıkları şiddetle, yaşam alanlarının daralmasıyla artan karanlık, önce onları hedef alıyordu.
Türkiye’nin içine düşürüldüğü otokratik (dikta) düzeni sadece kadınların yürüteceği mücadeleyle durdurabilmek elbette mümkün değildir. Toplumsal muhalefetin diğer unsurlarının da etkili biçimde mücadeleye katılması gerekir; ki bu da yetmez. Otokratik düzen, demokrasinin işlerliğini sağlayan kanalların kapanması ve toplumun başka bir iktidar alternatifi bulamamasından beslenir ve varlığını sürdürebilir. Bunun için toplumsal muhalefetin, toplumun sorunlarına çözüm olacak bir siyasi alternatifi ortaya çıkarması gerekir. Bu da devrim koşullarının olmadığı durumda ancak siyasi parti yapılanmasıyla mümkündür.
HDP’nin 2012 yılında kurulurken amacı tam da buydu: Türkiye’de demokrasi ve barış temelinde oluşan toplumsal muhalefetin bir çatı altında toplanıp, siyasi bir alternatif oluşturmasıydı. HDP kurulduğundan bu yana -çözüm süreci de dahil- faaliyetlerini özgürce sürdüremedi, özellikle yüzde 13 oy aldığı 7 Haziran seçimlerinden itibaren üzerinde kurulan baskı artarak sürdü. Ama tüm baskılara rağmen seçim barajını aşmayı bildi, Türkiye’nin doğusundan da batısından da aldığı destekle hep kilit parti konumunda oldu. Yani onca baskıya ve baskının neden olduğu eksikliklerine rağmen kuruluş amacı doğrultusunda faaliyetlerini yürütmekten vazgeçmedi.
Bugün gelinen noktada parlamentodaki diğer muhalefet partilerinin alternatif politika üretememesi nedeniyle HDP, AKP’nin inşa etmekte olduğu dikta rejimine engel olabilme dirayetine sahip, siyaset alanındaki tek rakibi durumundadır. Kürt düşmanlığı üzerinden diğer muhalefet partilerinden aldığı destekle AKP, kendisine tehdit olarak gördüğü HDP’yi tasfiye etme çabası içerisindedir. HDP’yi kapatma talebi, Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, ekonomi yönetimindeki akıl dışı manevralar vs. karşısında Millet İttifakı partilerinin (İYİ Parti ve CHP), AKP’nin alternatifi olmak bir tarafa onu destekleyen ya da otokrasi karşısında işlevsiz hale gelen yargıdan medet uman tutumu, AKP’nin siyaset mecrasında tek gerçek rakibinin HDP olduğunu bir kez daha göstermiştir.
HDP’nin kapatılması halinde kadınların, emekçilerin, çiftçilerin, esnafın, küçük üreticinin, toprağını savunan köylünün, Alevilerin, Kürtlerin, gençlerin kısaca tüm ülkenin üzerine kara bulut gibi çöken, ulusal ve uluslararası sermayenin hizmetine amade otokratik düzenin karşısında farklı ve birbirinden genellikle kopuk alanlarda kendisini ifade etmeye çalışan muhalif kesimlerden başka kimse kalmayacaktır.
Şu durumda, kendi başına her biri son derece değerli olan mücadelelerin bir araya gel(e)medikleri ve politik bir alternatif oluştur(a)madıkları sürece üzerimizi kaplayan karanlığı aşabilmenin mümkün olamayacağını görmek gerekir. Ve unutulmamalıdır ki “Her şeye karşı çıkmak, bir muhalif olduğumuz anlamına gelmemektedir.” Baskılarını gün be gün artıran bu hegemonyaya son verme sorununun yanında, yerine “ne” koyulacağının akılcılıkla, açıklıkla ve tüm alanlara dair ayrıntıyla ortaya konması gerekmektedir.
HDP, tüm eksikliklerine rağmen Türkiye’de otokrasinin karşısında duran son kaledir. Altında kalınan hegemonyadan kurtuluş için, sonrasına dair alternatifler yaratmak için bir araya gelinebilecek bir çatıdır. Dolayısıyla kapatılması sadece HDP’ye yönelik bir saldırı değil, Türkiye’de dikta rejimini mutlaklaştırarak demokrasinin, adaletin ve insan haklarının kalan son kırıntılarını da yok etme girişimi olarak algılanmalıdır!