Özgür Amed
HDP, 27 Eylül tarihinde, Ankara’da önemli bir tutum belgesi ile kendi tarihi açısından Türkiye siyasetine bir mim koydu.
Görülüyor ki etkilerini meclisin açılışı ve seçim maratonuna resmi geçiş ile daha çok hissedeceğiz.
Öncelikle metne dair kısaca bir-iki şey ifade etmek istiyorum.
Metin daha önceki HDP’nin metinlerden ‘netlik’ açısından özce ayrılıyor. Sadece netlik değil, son 3 aylık sokak ile yürütülen siyasetin de doğrudan etkisi ve sözü mevcut. Bu bağlamda hakiki bir metindir. ‘Muhataplara çağrı’ vurgusu, 3. çizgide kararlılık beyanı ve siyasal aktörlere dair gri havayı dağıtan cümlelerin ideolojik bağlam açısından altı çizilmesi gereken şeyler olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca HDP’nin şimdiye kadar ki en kısa metni olduğu için de tebrik ediyorum!
Özetle siyasi-ekonomik-sosyal ve ekolojik temalar üzerinden TBMM, demokrasi, hukuk, yargı ve hepten yaşam vesayet altındadır diyor 11 maddelik belge. Demokratik uzlaşı ve evrensel hukukun bir reçete olduğunun altı çizilse de bunun yeterli olmadığı ifade edilmiş gördüğüm kadarıyla.
Bazı çevreler son derece açık seçik olan bu maddelerden HDP’nin kapıları kapattığını manşetlere taşıdılar. Sözü kıvırmadan söylemek isterim ki bunlar aleni kötü niyetli! Barikat sokağı kapatır yolu açar denir, HDP de en fazla bunu yapar! Tıkayacağı, kapatacağı başka şey yoktur.
Açıkçası 11 maddenin yerini alan bir paragraf var. Sadece o paragraf okunsa bile yeterdi! O da en sonda ifade edilen “…ifade ettiğimiz ilkelerin yaşama geçirilmesinden yana tüm toplumsal taraflarla ve siyasi aktörlerle görüşmeye ve müzakere etmeye, birlikte yürümeye, ortak mücadeleye ve ortak yönetime hazır olduğumuzu vurguluyoruz” kısmı idi.
HDP demiş oldu, bu ilkelerde varsanız biz varız, yoksanız yokuz! Ötesi yok…
Tutum budur, konuşulması gereken budur. Burada ikiyüzlü tüm siyasi tutumlar teşhir ediliyor aslında. Önümüzdeki süreçte esas geri geleceğimiz nokta da burası olacaktır.
Bunları ifade ettikten sonra ilkelerde de üzerinden geçilen ‘demokratik uzlaşı’ meselesine biraz demir atmak istiyorum.
***
Kabul edileceği üzere içinden geçtiğimiz süreç kutuplaştırmaya dayalı sancılı bir süreçtir.
Kutuplaş(tır)ma siyasetinin hakaret söylemleri ve demagoji ile bir çatışma ve savaş siyasetini beslediği açıktır.
Yaşanan şey daha önce “demokratikleşme sancısı” olarak tarif edildi.
Sancı bir doğumu müjdeler, fakat yönetimin şeffaf olmadığı, politikalara dair herhangi bir hesabın verilmediği, gasp mantığı ile hareket edildiği, yaşam değil savaş siyasetinin egemen kılındığı, vatandaşların tüm mekanizmalardan devre dışı bırakılarak çıplak hale getirildiği bir ortamda bu sancı şiddetlenmektedir.
Toplumsal tüm alanlara el konulduğu, ak ve kara mantığı ile hukukun yerle yeksan edildiği bu süreçte, ihtiyaç duyulan en önemli şey savaş veya fiziki şiddet araçları ile değil; görüşme notları üzerinden kamuoyuna deklare edildiği üzere “yumuşak güce dayalı bir geçiş senaryodur.”
Bu senaryo rasyonel, kültürel ve politik olmalıdır.
Bugün tarihi bir süreçten geçerken, toplumsal barış arzulanırken, bunu öncüleyen en önemli şeyin “Toplumsal Uzlaşı” olması gerektiğini düşünenlerdenim.
Bugün derin bir toplumsal uzlaşıya ihtiyaç var.
Bunu sağlamanın birincil şartı demokratik bir müzakerenin varlığıdır.
Ki HDP deklarasyonunun düzenli atıf yaptığı noktalardan biri budur.
Çünkü demokratik müzakerenin varlığı, çatışma kültüründen uzaklığın da ifadesi ve beyanıdır.
Çok geriye gitmeden, somutlaştırırsak;
2013 Newroz Bildirgesi tarihi bir yol haritası ve çözüm beyanıdır.
Bu manifesto aynı zamanda adım atmanın, uzlaşı ve barışa doğru gidilecek yolda bedeli ne olursa olsun hareket etme kararlılığın nişanesidir.
2013 Newroz Bildirgesi, onurlu barış ve demokratik siyaset tarzını esas aldığı için günceldir, toplumsaldır, tarihseldir.
Buradan hareketle ülkede yaşayan tüm ötekilere, başta Kürtler olmak üzere, siyaset ve hukuken “yer açmak” gerekiyor.
Kürtlere ve diğer halklara yer açmak, Türkiye’nin de gelişmesi, kalkınması demektir.
Bu tarihin bir göstergesidir; yeni bir icat veya söylem değildir.
Herkesin bunu anlaması gerekmektedir. Yoksa büyük kaybedilir.
Bugün HDP’nin yaptığı şey, yıkıntılar arasından demokratik bir siyaseti yaratma çabasıdır.
Bu çabanın üç temel ayağı vardır:
Bunlar, tutum belgesinin ruhuna sirayet edildiği üzere, “Demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukuk”…
Biz ancak bu aşamaları kapsayan bir hukuk içinde Demokratik İttifak’ı konuşabiliriz.
Buradan da demokratik bir anayasal çözüme yol alabiliriz.
Aksi tüm halleri zaman kaybıdır, ertelemeci ve sürünceme bırakma tarzıdır.
Savaş, barışın yokluğu değildir, barış da savaşın…
Barış bir bilinç işidir. Bilince işaret eder.
Siyaset bir düzeltme/düzenleme işidir. Bilince işaret eder.
Savaş ise bulandırılmış, saptırılmış bir anti bilinç eylemidir. Bir bozma işidir.
Bundan ötürü barış çok daha zor bir meseledir; uzlaşı siyaseti ve bunun toplumsallaşması çok zor bir meseledir; ancak bilince çıkarıldığı zaman gerçekleşir, savaş olmadığında değil.
Barış olgusu, ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar ve savaşın olmaması halidir.
Barışta taraflar vardır ve bir tarafın üstünlüğü söz konusu değildir, olmaması gerekir.
Gerçek bir barış, bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.
Gerçek bir ittifak, gerçek bir diyalog bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.
Barış, ilke olarak iktidar ve devlet üstünlükleriyle sağlanan bir olgu değildir.
İktidar ve devlet ne adla olursa olsun, üstünlüğünü demokratik güçlerle paylaşmayınca, bugün Türkiye’de olduğu gibi, barış gündeme girmez.
Eğer toplum, ahlak ve politik kurumlarını çalıştırabiliyorsa doğal olarak ortaya çıkan süreç demokratik siyaset süreci oluyor.
Çünkü barış, son tahlilde demokrasi ile devletin koşullu uzlaşmasıdır.
HDP’nin cesaretle ve akılla bir katalizör gibi tüm siyasi yapıları demokratikleşmeye çağıracak, demokratik müzakere ve çözüm siyasetini geliştirecek kapasitesi bugün her zamankinden fazladır ve bu konuda rol almaya, üzerine düşeni yapmaya hazırım demesi, tarihseldir, anlamlıdır. Sahiplenmek gerekir…