KESK genel kurul delegesi sıfatıyla kongrede olduğumdan dolayı DİB’in konferansına katılamadım ama sonuç bildirgesinde de yer alan “Ekonominin Demokratikleştirilmesi” ya da “Demokratik Ekonomi” alanındaki metnin hazırlanmasında katkım oldu.
Demokrasi Konferansı 21 alt başlıkta alternatif politika üretti
Demokrasi Konferansı ülkedeki nekrokapitalist-narko devlet yapılanmasının iyice açığa, bu bağlamda demokrasi mücadelesinin ön plana çıktığı, buna karşılık ana muhalefetin bu mücadeleyi seçimleri beklemeye indirgediği bir dönemde gerçekleşti.
Konferansın açılış ve sonuç bildirgelerine aşağıdaki linkten (1) ulaşabilmek mümkün. Bu yüzden burada sadece “katılımcı demokrasi” vurgusundan söz etmekle yetineceğim.
‘Güçlendirilmiş parlamenter rejimi’ aşan bir yeni demokrasi ufku
Öncelikle “yeni bir toplum, yeni bir demokrasi ve yeni bir ekonomi” şiarıyla yola çıkılan bu süreçte, yeni demokrasinin ana akım muhalefet partilerince savunulan “güçlendirilmiş parlamenter sistemin kurulmasına indirgenmemesi gerekliliği” vurgusunu çok önemli buluyorum.
Bir başka anlatımla, özellikle de Covid-19 salgınının deneyimlerinden hareketle, eskiye dönülmeyecek ve yeni bir toplum yaratılacaksa, bu elbette daha demokratik bir toplum olmalı. Ancak bu sadece parlamentonun güçlendirilmesiyle sınırlandırılmış bir temsili demokrasi ile mümkün olamaz. Kaldı ki bugünkü otoriter rejimin böyle kusurlu bir parlamenter burjuva demokrasisinin içinden doğduğu göz ardı edilmemeli. Kısaca, demokrasi anlayışında bir reformasyona değil, radikal bir değişikliğe ihtiyaç var.
Tabandan, katılımcı demokrasi
DİB’in demokrasi tanımı ise “yerelden-tabandan, doğrudan, katılımcı” bir demokrasi tanımı. Yukarıdan aşağıya doğru (hiyerarşik/dikey) değil, aşağıdan yukarıya doğru ve daha ziyade yatay olarak işleyen bir demokrasi. Bu yönüyle hem 2017 öncesinde ülkedeki yaşanan siyasal rejimden, hem de muhalefet partilerinin öngördüğü güçlendirilmiş parlamenter rejimden daha ileri bir demokrasi tanımını içeriyor.
Böyle bir demokrasi tanımının, özellikle de Covid-19 salgını ile birlikte iyice belirginleşen, maddi gerekçelerini ise iyi açıklamak gerekiyor. Çünkü bu Salgın en az beş temel iktisadi ve sosyal soruna neden oldu ya da var olan bu sorunları daha da derinleştirdi:
1. Kapanmalara ve ciddi bir küresel ekonomik krize yol açtı.
2. Kadını erkekten, becerisiz veya düşük becerili emeği yüksek beceriye sahip emekten daha fazla etkiledi, işsiz ve gelirsiz bıraktı
3. Kapitalizmin mevcut yapısal eşitsizliklerini daha da derinleştirmesine, yoksulluğu ve açlığı artırmasına rağmen, verilen devlet desteklerinin çoğu halktan ziyade, sermaye kesimine ve finansal sektöre gitti.
4. Ciddi bütçe açıklarına, dolayısıyla da devlet borç stoklarının artmasına neden oldu.
5. Kamusal hizmetlerin ve bunlara yönelik olarak elde edilmiş kazanımların ne denli önemli olduğunu gösterdiği gibi, bunların yeterince sunulmadığı ülkelerde halkların kendi içindeki gönüllü dayanışma ağlarının geliştirilmesinin de ne denli acil ve önemli bir mesele olduğunu ortaya koydu.
Demokrasi eşit yurttaşlık bilincine dayanır
Böylece acilen yapılması gereken şey, tabandan örgütlenen katılımcı bir demokrasiyi kurabilmek için böyle bir demokrasinin temelini oluşturan yurttaşlık bilincini harekete geçirmek
Çünkü içinde yaşadığımız toplumda insanı sadece “emekçi- işçi”, “üretici”, “tüketici”, “iş sahibi”, “tasarrufçu” ya da “yatırımcı” olarak tanımlamak yeterli değil. Toplumu bu tür sınıfsal farklılaşmanın ötesinde ortak bir çaba etrafında bir arada tutan çok önemli bir olgu daha var: Yurttaşlık. Kuşkusuz Türkiye gibi onlarca yıldır ciddi bir ulusal sorunun yaşandığı ülkelerde bu yurttaşlık “eşit yurttaşlık” olarak anlaşılmalı.
Yurttaşlık olgusunun temelinde ise yurttaş olma ve yurttaş gibi davranma bilinci yatıyor. Bu ana akım muhalefetin dahi kullanmakta sakınca görmediği “kul” gibi kavramları kullanmaktan kaçınıp, eşit yurttaş kavramına vurgu yapmaktan geçiyor.
Yani demokratik toplumlarda insanlar kul ya da tebaa değil, özgür yurttaşlardır ve anayasalarla ve evrensel insan hakları beyannamesi ile koruma altına alınmış olan hakları vardır. Demokratik devletlerin öncelikli görevi ise tüm yurttaşlarının sağlığını, ekonomik ve sosyal refahını korumak, onlara ekonomik ve siyasal olarak güvenceli bir yaşam sunmaktır.
Siyasal alandaki demokrasi ekonomik alandaki demokrasi ile mümkün olabilir
Böyle bir bilincin ekonomi alanında hayata geçirilmesi ise ancak demokratik bir ekonominin kurulmasıyla mümkün olabilir. Bir kısmı DİB’in sonuç bildirgesinde de yer aldığı gibi, böyle bir ekonominin kurulabilmesi için aşağıdaki gibi bazı somut adımların atılması gerekiyor:
•Salgın, derin bir ekonomik kriz ve politik ve toplumsal çürümenin yaşanmakta olduğu bir ortamda, kamu yeniden tanımlanarak, tüm ulusal kaynakların kâr sağlamak için değil, toplum için kullanılması sağlanmalıdır. Böyle bir “sosyal ya da sosyalleştirilmiş ekonomi” aynı zamanda “demokratikleşmiş bir ekonomi” anlamına gelir.
•Böyle bir ekonomide her yurttaşın nitelikli eğitim, sağlık, iletişim, ulaştırma hizmetine ücretsiz erişimi garanti edilir. Yurttaşlar toplumda, işyerinde her türlü ayrımcılığa, fiziki ve duygusal taciz ve sömürüye karşı korunur. Yurttaşların kolektif haklarını koruyabilmek için işyerlerinde özgürce, diğer işçilerle birlikte hareket edebilmesi, örgütlenebilmesi güvencesi sağlanır.
•Çalışmak isteyen herkes için ‘istihdam yaratıcı son merci’ olarak kamunun; işsiz milyonları yeni işlere yerleştirmek için, özellikle de ekoloji ile uyumsuzluk oluşturmayan ulusal ve bölgesel düzeyde olmak üzere büyük çaplı kamusal yatırım projelerini hayat geçirmesi gerekir.
•Bankalar başta olmak üzere, temel finansal kuruluşlar kamusallaştırılmalı, bunların hizmetleri kamusal hizmete dönüştürülmelidir. Ayrıca enerji, gıda, imalat ve iletişim sektörlerindeki stratejik öneme sahip şirketler kamusal kontrol altına alınmalıdır.
•Uzun vadede ise, çok daha büyük felaketlere yol açacak olan kâr amaçlı bir büyüme fetişizminden vazgeçilerek, çevre ile uyumlu, sosyal ihtiyaçları karşılayabilecek kamusal plan ve programlar başlatılmalıdır.
Demokratik özyönetimsel planlama
Demokratik ekonominin piyasalar aracılığıyla gerçekleştirilen kaynak tahsisini reddederek demokratik bir planlamayı esas alması gerekir. Ancak bu planlama geçmişte reel sosyalizm dönemindeki gibi ya da 1960’larda Türkiye’deki gibi sermaye birikimini hızlandırmayı amaçlayan kapitalist hiyerarşik bir planlama olmamalıdır. Daha ziyade, üretim ve dağıtım alanlarındaki temel kararların (neyin, ne şekilde, nasıl yapılacağına ilişkin), yerelde, tabanda, bölgelerde alındığı, tepenin bunu sadece koordine ettiği demokratik- özyönetimci bir planlama olmalıdır.
İşyerinde demokrasi
Böyle bir demokratik ekonominin oluşumu sadece makro değil, asıl olarak da mikro yani işletme ya da üretim birimi düzeyindeki demokratikleşme ile sağlanabilir. Yani işyerleri demokratikleştirilmeden ekonominin ve siyasetin demokratikleşmesi mümkün olmaz. Bu ise kuşkusuz mülkiyet biçiminden bağımsız olarak ele alınamaz.
Yani son tahlilde kapitalist mülkiyete son verilmeden, işyerindeki kapitalist iş bölümü ortadan kaldırılmadan işyerlerini demokratikleştirmek söz konusu olamaz. Bu nedenle de demokratik bir ekonomi büyük çaplı-stratejik öneme sahip sektörlerde demokratik bir kontrole tabi devlet mülkiyetini olduğu gibi, her türden kolektif mülkiyeti (kooperatif ya da komünal) ve küçük çaplı özel mülkiyeti de içermek durumundadır.
Emek örgütleri demokratikleştirilmeli
Kuşkusuz işyerindeki demokratikleşme sadece mülkiyet biçiminin değişmesiyle de sağlanamaz. Ayrıca işçilerin öz örgütleri olan işçi sendikalarının korunması ve güçlendirilmesi de şarttır. Ancak işçilerin örgütlenme biçimlerinin sendikalarla sınırlı tutulmaması, aynı zamanda meclisler, birlikler, kooperatifler, komünler gibi diğer yatay örgütlenmelerin de kullanılması gereklidir.
Son olarak, işyerindeki demokratikleşme, işçi sendikalarında da demokratikleşmeyi gerektirir. Temsil siyasetinden ziyade doğrudan ve demokratik bir biçimde karar alma süreçlerine işçilerin her birinin aktif bir biçimde katılımını sağlayacak, koruyacak mekanizmaların kurulması da gereklidir (bu bağlamda KESK’in yeni yönetiminin bu meseleyi ciddi bir biçimde ele almasında büyük yarar var).
‘Uluslararası Kamu Hizmetleri Günü’
23 Haziran tarihinin bir diğer önemli yanı daha var. Bu tarih Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ‘uluslararası kamu hizmetleri günü, kamu emekçilerinin topluma verdikleri katkıları bilince çıkartmak amacıyla benimsenmiş bir gün olarak tanıtılıp kutlanıyor.(2)
Avrupa’daki bazı kamu emekçisi sendikaları ise bu günü nitelikli ücretsiz kamusal hizmetlere daha fazla kamusal yatırım yapılması ve emekçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla kemer sıkma politikalarına, ticarileştirmeye ve özelleştirmelere karşı mücadele günü olarak kutluyorlar.(3)
Bu örgütler aynı zamanda hazırladıkları raporlarla, kamusal hizmetlerin giderek özelleştirme ve benzeri uygulamalarla miktarsal olarak azaldığını ve bu hizmetleri sunan kamu emekçilerinin istihdam edilme biçimlerinin de kamudaki dijitalleşme, uzaktan çalışma, yapay zeka kullanımdaki artışlar yüzünden kötüleştiğini ortaya koyuyorlar.
Kısaca, ‘uluslararası kamusal hizmetler günü’ gelecekte daha iyi bir yaşamın inşasında nitelikli, ücretsiz kamusal hizmetlerin ve bu hizmetleri sunan kamu emekçilerinin ne denli önemli olduğunun hatırlanması için belirlenmiş bir gün. Çünkü eğitimden sağlığa ve bankacılık hizmetlerine, sosyal bakım hizmetlerinden (yaşlı, çocuk ve engelli bakımı) iletişim ve ulaştırma gibi alt yapı hizmetlerine kadar böyle hizmetler hayatın ve toplumsal üretimin yeniden üretimi için zaruri olan hizmetler. Bu hizmetler ve onları üreten emekçiler olmaksızın hayat dönmüyor. Bunun en önemli kanıtlarından biri Covid-19 sırasında başta sağlık ve dağıtım olmak üzere böyle hizmetlerin kesintisiz olarak sürdürülmesiydi.
Kamusal hizmetlere değer vermek bu hizmetleri üreten kamu emekçilerine değer vermekten geçiyor. Bu nedenle de kamu emekçilerinin sağladıkları toplumsal katkıyı gözeten bir maddi (adil ücretlendirme ve sosyal haklar) ve maddi olmayan değerlendirme (itibar vb) hakkaniyetli bir biçimde yapılmalı.
Demokratikleştirilmiş bir kamu hizmeti programı nasıl olmalı?
Bu çerçevede başta kamu- özel işbirliği projeleri ve taşeronlaştırma olmak üzere tüm özelleştirmelere karşı çıkılmalı ve daha önce özelleştirilmiş olanlar (yeni bir kamusallık tanımı altında) tekrar kamusallaştırılmalı ya da toplumsallaştırılmalıdır.
Bu bağlamda bu hizmetlerin sadece merkezi yönetimlere bağlı kamu iktisadi kuruluşları ya da diğer merkezi yönetim birimlerince sunumu kadar, bunların yerel birimler tarafından da yani belediyeler, yerel meclisler, komünler ve demokratik kooperatifler tarafından sunumu da çok önemli.
Kamusal hizmetler aynı zamanda müştereklerimiz
Bir başka anlatımla kamusal hizmetler artık sadece “sosyal devlet” olmanın bir gereği olarak değil, aynı zamanda bu hizmetlerin her birinin müştereğimiz olduğu bilinciyle, piyasa/sermaye ve devletten özerk aktörlerce ve ücretsiz olarak sunulması savunulmalıdır. Bu da her türden demokratik yerel sunum biçiminin artık denenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Son olarak, Covid-19 Salgını nedeniyle ortaya çıkan büyük çaptaki bütçe açıkları ve devlet borçlarındaki artışlar, özellikle de otoriter yönetimler tarafından öncelikle halka dönük kamusal hizmetlere ayrılan bütçe ödeneklerinin azaltılmasıyla (kemer sıkma) telafi edilmeye çalışılıyor. Yani Covid-19 salgını ve beraberinde derinleşen ekonomik krizin faturası kamusal hizmetlerin daha da kısılması biçiminde emekçi halklara çıkartılıyor. Oysa bu açıklar zenginlerden alınabilecek vergilerle kapatılabilir.
Örneğin Türkiye’de Salgın döneminde 26 dolar milyarderinin toplam servetlerinin 15 milyar dolar daha arttığı biliniyor. Bunlara dönük bir servet vergisiyle bu açıklar giderilebilirdi. Bu yapılmadığı gibi, yakınlarda açıklanan Kamu Maliyesi Raporunda (4) yer alan verilere göre, bu bütçe açıkları KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerdeki artışlarla ve kamusal hizmetlere ayrılan kaynakların azaltılmasıyla kapatılıyor.
Umutsuz TİS görüşmeleri
Bu bağlamda, kamu emekçilerinin kısa bir süre sonra siyasal iktidar ile başlatacakları toplu iş sözleşmesi (tis) görüşmelerinden gerçek enflasyonun yoksullaştırıcı etkisini ortadan kaldırabilecek bir reel ücret zammının çıkmayacağı çok açık.
Çünkü grev hakkı ile desteklenmeyen toplu görüşmelerden emekçilerin elde edebilecekleri şeyler çok sınırlı. Ayrıca kamu emekçilerini temsilen masaya oturan sendikalar gerçek bir emekçi sendikası olmaktan çok uzak, siyasal iktidarın kontrolü altındaki sendikalar. Keza ekonomik kriz dönemlerinde siyasal iktidarlar bu krizin bedelini tüm işçi sınıfına ve emekçi halklara ödetmek istediklerinden çok daha sert, otoriter, anti-demokratik tutum sergilerler. Bugün yaşanmakta olan da budur.
Bu yüzden de öncelikle kamu emekçilerinin ve onların sendikalarının Türkiye işçi sınıfının bir parçası olduğu ve mücadelenin kamusal alan dışındaki işçi sınıfı ile birlikte birlikte yürütülmesi gerektiğinin bilincinde olması gerekiyor.
Emek, demokrasi ve barış mücadelesi
Ayrıca ücret iyileştirmeleri de dahil olmak üzere, ekonomik haklar için verilen emek mücadelesi demokrasi ve barış için verilen mücadelenin bir parçası olmak durumunda. Çünkü hem otoriter rejimler, hem de bunların yöneldiği savaş ortamı işçilerin, emekçilerin ekonomik taleplerinin reddedilmesini kolaylaştıran faktörler.
İşte, KESK diğer sendikalardan farklı bir biçimde, bu üç ayaklı mücadeleyi yıllardır yürütmekte olan bir emek örgütüdür. Bu yüzden de KESK’i güçlendirmek demokrasiyi ve barışı güçlendirmek, demokrasiyi ve barışı savunmak KESK’i savunmaktır.
Anahtar sözcükler: Demokrasi Konferansı, Ekonomik demokrasi, Kamusal hizmetler, Kemer sıkma, KESK, TİS, Uluslararası Kamu Hizmetleri Günü.
Dip notlar:
-
- https://demokrasikonferansi.org (26 Haziran 2021).
-
- https://publicadministration.un.org/en/UNPSA2021 (23 June 2021).
-
- https://socialeurope.eu/international-public-service-day-a-day-of-celebration-action-and-resistance (23 June 2021).
-
- T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kamu Maliyesi Raporu 2021-1/ Mayıs 2021, https://www.hmb.gov.tr (26 Haziran 2021).