Özgür Amed
Geçen hafta Konya’da Hâkim Dal’ın katledilmesini takiben Meram ilçesinde Dedeoğulları ailesinden 7 kişi (Yaşar, Barış, Serpil, Serap, İpek, Metin ve Sibel Dedeoğulları) hunharca katledildi, ev yakıldı.
Katliamı yapan/yapanların daha yakalanmadığı tek bir sorgunun gerçekleşmediği ilk 24 saat içinde İçişleri Bakanı’ndan İletişim Bakanlığı’na ve onlara paralel, doğal olarak, Konya Savcılığı, ısrarla olayın ideolojik bir saikle olmadığını, Kürt-Türk meselesini kapsamadığını ifade etme yarışına girdiler. Bu durumun kendisi zaten meselenin ideolojik bağlamı için yeterli doneyi veriyor. Ailenin beyanları, avukatın beyanı ve mayıs ayında başlayan saldırı dalgası ile gözaltına alınanların bırakılması, sistematik tehdit/taciz hali tüm çıplaklığı ile ortadadır. Önümüzdeki süreçte durum netleşir. Tüm bunların dışında belki de bir iki ay önce 12. Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği ‘Bunlar daha iyi günleriniz, daha neler göreceksiniz’ minvalindeki sözlerini hatırlamak da lazım.
Meseleye dair özce bir iki şey eklemek istiyorum, uzatmadan:
Birincisi, inkâr devam ettikçe imha olacaktır.
Bu katliam ne ilk ne de son olacaktır. İçinden geçtiğimiz siyasalın kıyıları yüzyıldır gri. Kürde karşı hepten kara. Kürt sorunu neden çözülmüyor, nasıl kendini yeniden üretiyor, hangi motivasyonlarla katmerleşiyor gibi sorulara verilecek cevaplar çok, yeterince de ortada.
Burada devletin esas kurucu aklı ve kodlarından çok; çeperinde, karşısında ya da ortasında yer alan diğer tüm kesim/kurum/yapıların esas sorumluluğunu ıskaladığı alan olan ‘inkârdan’ kaçma retorikleri! Utangaç ifadelerle, özü kaçırtıp bulanık sularda genel geçer ifadelerle bu devasa sorunu konuşmak, uzun vadede hep zarar oldu, oluyor. Mesela Amed’e gelip ana dil haktır diyor, Kürt sorunu vardır diyor. Eee? İnkara dair ne diyorsun? Tam olarak karşısında durduğun şey nedir?
Bugün Kürt siyaseti dışındaki tüm aktörlerin söylemlerine bakın: Hepsinin ortak noktası, inkara dair söz kurmaktan kaçmaktır. İşte imha mekanizması da buradan besleniyor. İnkâr sürdükçe imha kolaylaşır. İnkâr varsa imha vardır.
Güncel anlamda Konya’daki katliam, gelecekteki ve geçmişteki katliamların ortak bir noktasının bu parametre olduğunu düşünüyorum.
İkincisi, ilk madde ile bağlantılı olarak ‘dayanışma’ konusu.
1966’da Küba’da, Che’nin uluslararası sol bir konferansta yaptığı ilginç bir eleştiri var. Che kürsüden şöyle seslenmişti: “Bugün dünyadaki ilerici güçlerin Vietnam halkı ile dayanışması, Roma’daki Pleb’lerin gladyatörleri desteklemesi gibi acı bir ironi ortaya koymaktadır. Mesele bir saldırının mağdurlarına başarı dileme meselesi değildir; ölüme veya zafere giden yolda mağdura eşlik etmektir.”
Haliyle HDP’nin katliama ilişkin MYK sonrası yaptığı açıklamada Eş Genel Başkan Mithat Sancar’ın “Bugün şimdi tekrar çağrıda bulunuyoruz, bütün muhalefet partilerine, bütün demokrasi güçlerine çağrıda bulunuyoruz. Sadece kınama yetmez, sadece başsağlığı mesajları yetmez yan yana durarak bu politikaları boşa çıkarmak için daha etkili, daha inandırıcı ve kararlı ortak tavra ihtiyaç vardır. Bizler Deniz Poyraz yoldaşımızın katledilmesinden sonra başlattığımız bütün etkinliklerde bu çağrıları dile getirdik. Tekrar söylüyoruz; gelin bu nefret politikalarına, bu katliamcı planlara hep birlikte karşı çıkalım, gelin bunları birlikte durduralım” sözleri son derece önemlidir.
Kürt sorununda, özelde Kürtler genelde halklar cephesinde, klasik bir açmaz da budur. Her vahşet pratiği sonrası başsağlığı dilekleri ile yetinmek!
Mücadelede başarı dilemek…
Bu acı ironi, ezilenlerin daha da ezilmesine pekiştireçtir. Yol açıktır mesajına katkıdır.
Deniz Poyraz’ın katiline ne oldu? Nasıl yaptı, soruşturma nerede? Topluma hangi açıklama yapıldı? Verilen bilgi neydi hatırlıyor musunuz? Katilin ‘içimi soğuttum, suçsuzum, beni serbest bırakın’ mesajı idi. Şimdi başat özneler, etkin bir şekilde bu katliamın üzerine gidilseydi, siyaseten başka şeyler konuşuyor olacaktık. Gare sonrası tepkisellik, nasıl ki Türkiye siyasetinde bir kırılma yaratmıştır, Poyraz sonrası tepki de aynı şeyi yapacak ve bu faşist blokun gidişi hızlanacaktı. Hâkim Dal da Dedeoğulları ailesi de yaşıyor olacaktı büyük ihtimal. Bauman’ın tespitini yeniden hatırlamak gerekiyor: ‘Auschwitz yolu nefretle yapıldı, ama kayıtsızlıkla döşendi…’
Nefretle örülen yollar var, bunda ısrar var. Bu ısrara dair her kayıtsızlık işte sonuç doğurur. Anlaşılmayan ya da ısrarla anlaşılmak istenmeyen bu hakikattir. Üçüncüsü, Kürt sorununun yüzyılları aşan territoryal, psiko/eko-sosyal ve siyasal veçhelerini görmezden gelip belirsiz bir etik üzerinden kime seslendiği ve kim olduğu belli olmayan ‘biz’ etiketi üzerinden yaratılan sahte kardeşlik alanlarına dair kurnazlık konusu!
İyi bildiğimiz şey şu: Bu ülkenin siyasi tarihi adeta yıkıntı tarihidir. Çünkü kültüre, özgürlüğe ve toplumsallığa düşmandır. O halde söylediği, işine geldikçe sığındığı ‘kardeş’ narası da bildiğimiz kardeşlikten farklıdır. Daha komşu olmayı başaramayanların kardeşliği de sahtedir. Birlikte yaşamaktan anlaşılan şeyler, birinin tırnak diğerinin et olması değildir.
Yüzleşmeden kaçan, eşitliği inkar eden, imtiyazlar ile yürümek isteyen anlayış; ezen-ezilen diyalektiğinde hep tekmeyi atan taraf olmak ister. Bu tarihsel olarak şaşmadı…
Sema Kaygusuz, “Barbarın Kahkahası” adlı romanında yaşamımızın her anına sızmış, birebir şekil almış barbarlık imajlarını deşifre eder. İçine keder kaçanların, tarihi dışlanma, hakaret ve azaba bürünenlerin dünyasına ayrı bir parantez açar. Bu parantezin bir yerinde halkların sığamadığı, çok geldiği toprakların sırrına dair bir sırrı paylaşır: “Bu toprağın sırlarında alçaklık var. Sadece hakikatimi sussam bir derece, bir de üzerine hıncımı susuyorum ben. Bizim sırlarımızda hikmetli söz, ruhu incelten ezgiler yok. Bizim sırlarımız asitlidir. Kökünden kurutur ağaçları. Utanç fışkırır topraktan. Bırak büyülenmeyi, dinlemeye bile tahammül edemezler. Ahlaksızca inkâr ederler. Kanıt göstersek de inanmazlar. Sen daha cümleni bitirmeden zalimleşirler. Şuursuzca, öyle bir şey olmuş olamaz derler. Namertlik kaldığı yerden devam eder. Bugün sırdaşlık nedir biliyor musun? Saklanmaktır. İçin için delirdiğini herkesten saklamaktır. Gördüğün kâbusu anlatamamaktır. Tırnağın kadar güvenmediğin puştlarla iç içe yaşamaktır” der.
Kimsenin bizlerin gerçeklerimizi dinlemeye, görmeye tahammülü yok, fısıltılarımız, seslenmelerimiz gerçekleri kökünden kurutuyor. Bitmemiş cümlelerimiz, pikseli eksik fotolarımız puştluk abidesi bu zalimlerin elinde bir kadere ve kedere dönüşemez, dönüşmemeli.