Özgür Amed – Hasan Kılıç
Küresel siyasada, NATO ve G7 sonrası ‘Bidenesk’ diyebileceğimiz bir tablo var.
Joe Biden ilk yurt dışı gezisini, popülist siyasetin, otoriter rekabetçi rejimlerin ve totaliter yapıların kendini demokrasi kılıfında örgütleyebildiği faşist yönetimlerin karşısında bir çeşit gövde gösterisi ile yaptı. Önce G7 ve sonra NATO zirvelerinde ilan edilen ‘yeni dünya’ hattı, önümüzdeki günler ve dengelere dair pek çok şey söylemektedir.
Küresel ölçekteki bu doğrultu savaşının kıyısına yerleştirilen ‘demokrasi’ vurgusu, sürekli bu hattan beslenen iktidarlarla mücadele halindeki tüm toplumların da yeni bir direniş rezonansına yönelmelerini ifade ediyor.
Hegelyen felsefenin neden güncel olduğunu da tekrar önümüze seren bu gelişmeler, birikim ve güç odağının doğru takip edilmesini de ödev koşuyor.
Bu yazının da amacı, yeni eksenlere dair kısaca bir çerçeve çıkarmaktır.
***
11 Eylül İkiz Kule saldırıları, 90’lı yılların “tarihin sonu” iddiasını tedavülden kaldırmış, hegemonik Batı bloğu “terör retoriğini” siyasetin kurucu ayrımı yaparak emperyalist müdahalelerinin zemini olarak döşemişti. 11 Eylül ile birlikte siyasal dünya, Batı ve düşmanları olan ve “terörist, radikalizm, barbar” gibi isimler takılan kesimler arasında bölündü. “Önleyici müdahale” adı altında emperyalist müdahaleler meşrulaştırılmaya çalışıldı, dünya ülkeleri bu siyasal dünyaya ayak uydurmak için hızla “terörle mücadele” yasaları çıkararak harekete geçti.
1941 Atlantik Paktından 2021 Yeni Atlantik Paktına
11 Eylül’de değişen kurucu siyaset çizgisinin beşiği ise İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesindeydi. 14 Ağustos 1941 yılında İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve ABD Başkanı Franklin D. Roosvelt arasında imzalanan Atlantik Paktı, Batı hegemonik bloğunun kuruluşuna işaret etmekteydi.
1941’de 2. Dünya Savaşı’nın sonuna işaret eden bu anlaşma, Batı merkezli hegemonik müdahalelerinin altyapısını oluşturmakta, 1949 yılında kurulan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ile ete kemiğe bürünmekteydi. 2. Dünya Savaşı’nın sonrası dünya siyasetinde yeni bir aşamaya işaret ediyordu. Soğuk Savaş olarak tabir edilen bu dönem, NATO’nun öncülük yaptığı Batı bloğu ile Sovyetler arasındaki güç mücadeleleri şeklinde ilerledi. 1990’larda Sovyetlerin çöküşü ile “tarihin sonu” tezleri duyulmaya başlandı ve Batı bloğu atın üstündeki Napolyon edasında muzafferliğini ilan etti.
Küreselleşme adı ile başlayan süreç ulusal ekonomilerin küresel ekonomiye entegrasyonu, asgari demokratik ve liberal değerlerle siyasal alanı inşa etmeyi amaçlıyordu. Finansallaşmanın çoğu zaman pervasızca ivme kazandığı bu sermaye birikim rejimi tıkanmaya yüz tutmuş, liberal değerler aşınmaya başlamış ve demokratik teamüller işlevsiz hale gelmeye başlamıştı.
Bu esnada 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen İkiz Kule saldırıları bir miladı imledi. 11 Eylül’le birlikte dost-düşman ikiliği yeniden kuruldu. Dost Batılı güçler, düşman “terör, radikalizm, barbarlık” gibi müphemleştirici söylemde toplandı. Böylece hem emperyal müdahaleler için yeni yollar açıldı hem de neoliberalizmin sürdürülmesi açısından yeni bir soluk şansı yakalandı. Fakat siyasetin mistik temeli ve zamana bağlılığı belirlenemezliğe, hesaplanamazlığa, öngörülemezliğe kapıyı açık tuttukça bu siyasal düzen de aşınmaya matuf hale geldi. Nitekim 2008 yılında ABD’de başlayan ve tüm küreye yayılan ekonomik kriz finans kapital balonunun patladığına işaret ediyordu. Bu patlakta denize düşen yılana sarılır misali otoriter popülist liderler yükselmeye başladı. Trump’tan Putin’e kadar yerküre hızla otoriter popülist liderler tarafından parsellendi.
Covid-19 pandemisi ile birlikte mevcut sistemin sürdürülemezliği apaçık ortaya çıktı. Çin’de başlayarak hızla dünyaya yayılan Covid-19’un düşündürdükleri, kapitalist merkezler açısından mevcudun sürdürülemezliğini anlatıyordu. Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Klaus Schwab’ın “COVID-19: The Great Reset” adlı kitabında ortaya koyduğu fikirler ve Biden’ın öne çıkardığı “Yeni Yeşil Düzen” bu arayışların yönüne dair fikir veriyor.
Kapitalizmin yapısal krizinin belirginleştiği, salgınla birlikte küreselleşmenin zaaf ve eksikliklerin daha net görüldüğü ve tartışıldığı, teknik ve teknolojinin farmakolojisinin belirgin hale geldiği ve herkesin yeni bir kozmosu aradığı bu eşikte hegemonik güçlerin konumlarını görmek açısından yeni bir hamle dikkat çekicidir. Bu hamlenin adı “Yeni Atlantik Paktı.”
2021 Yeni Atlantik Paktı
Takvimler 10 Haziran 2021’i gösterdiğinde ABD Başkanı Joe Biden ile İngiltere Başbakanı Boris Johnson aradan tam 80 yıl geçtikten sonra Atlantik Paktı’nı tekrar güncelleyerek Yeni Atlantik Paktı’nı imzaladı. Daha sonra bu anlaşmayı G-7 ve NATO ülkelerine bildirdiler.
Yeni Atlantik Paktı küresel siyasetin Batı hegemonik bloğu açısından parolalarına işaret ediyordu.
Sekiz maddelik Paktın ilk maddesine göre pakta taraf olan ülkeler, demokratik ve şeffaf toplum ilkelerini ve kurumlarını savunmayı taahhüt ediyor. İkinci madde uluslararası işbirliğini oluşturan kurumlar ve ilkeleri güçlendirme ve uyumlarını sağlamayı, üçüncü madde egemenlik ve toprak anlaşmazlıklarının barışçıl çözümünü, dördüncü madde ülkelerin bilim ve teknolojide yenilikçiliğini korumak ve geliştirmeyi, beşinci madde siber güvenlik dahil ülkelerin güvenliğini sağlama ve NATO’nun caydırıcılığını arttırmayı, altıncı madde kurallara dayalı, adil, iklim dostu ekonomiyi inşa etmeyi, yedinci madde tüm eylem planlarında iklim değişikliğine dikkat etmeyi, sekizinci madde ise sağlık sistemini ve koruyucu sağlığı geliştirmeyi taahhüt ediyor.
Atlantik Paktı’ndaki güncellemeyi haziran ortasında gerçekleşen NATO ve G7 zirvelerinin sonuçları ile birlikte ele adlığımızda ise tablo biraz daha anlam kazanıyor.
Bu yıl 47’ncisi düzenlenen G7 Zirvesi, Cornwall’daki Carbis Koyu’nda 11-13 Haziran’da gerçekleşti. Bu zirveden hemen sonra NATO zirvesi 14 Haziran’da gerçekleşti.
Trump’ın bıraktığı yıkıntılar arasında yol alan Biden, kısa geçmişin zıddı bir siyaset izleyerek, transatlantik rollerine işaret etti.
G7’nin ana kadrosu ABD, İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya’nın yanında zirveye davet edilen, dikkat çeken, dört katılımcı daha vardı: Avustralya Başbakanı Scott Morrison, Güney Kore Cumhurbaşkanı Moon Jae-in, Güney Afrika Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa ve Hindistan Başbakanı Narendra Modi.
Zaten Financial Times bu durumu ‘Demokrasi 11’ (Futboldaki 11 anlamında) kavramı ile okuyucularına duyurdu.
Churchill misali cetvelle Avustralya-Asya-Afrika-Hindistan’ı kapsayan çizgileri birleştirdiğinizde zaten zirvenin amacı da az çok belli oluyor: Çin!
‘Build Back Better World’ (B3W) ilanı ve anlamı!
Sonuç bildirgesinin en önemli kısımları Çin’e dairdi. Sahip olduğu teknolojik ve mobilize güç ile Çin’in, kurallara dayalı uluslararası sisteme istenilen bir şekilde katılması nazikçe istendi. Sadece bununla yetinilmedi, küresel siyasalın kıyılarını alabora edecek çok önemli bir ilan da yapıldı: “Build Back Better World” (B3W) – Daha İyi Bir Dünya Oluştur-
Projeye ayrılan miktar ise 40 trilyon dolar…
Mevcut haliyle dünya ekonomisinin yüzde 40’ını oluşturan G7 ülkeleri, B3W kararı ile Çin’in en önemli projesi olan “One Belt One Road” (OBOR)- (Tek Kuşak Tek Yol) karşısına çıkıyorlar.
ABD’den sonra en büyük ekonomiye sahip ülke olan Çin, durdurulamayan büyüme oranları ile önümüzdeki yıllarda ABD’den büyüyeceği öngörülüyor. Her şeyden önce bunun anlamı kapitalist merkezin rotasyonudur. Haliyle adı konmasa da ABD ve Çin arasında hegemonik karakterde bir savaş sürüyor.
Çin devlet başkanı Xi Cinping’in 2013 yılı sonunda Orta Asya ve Güney Asya ülkelerine gerçekleştirdiği bir dizi ziyaret sırasında duyurduğu ve İtalya’nın da iş birliği ile 2049 yılında bitirmeyi planladığı, Çin-Roma medeniyeti birliği olarak da yorumlanan modern ipek yolu konseptini ifade etmektedir. (ABD ve AB’nin şerhlerine rağmen İtalya bu projede yer alan tek G7 ülkesi)
Keynesyen bir yaklaşımda başlatılan bu proje, karadan tren yolları, denizden limanlar ve limanlara ulaşan bağlantı yolları ile bir bütünlük içinde Asya, Avrupa ve Afrika’yı ticaret ve enerji yolları ile bağlayan bir stratejik hedef projesidir.
Çin, proje ile daha çok az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere bolca borç veriyor. Bu kendine bağımlı kılmanın da ilk adımı. Çünkü ödenemeyen borçlara karşılık limanlar, yol-köprüler, mekanlar, kritik bölgeler tek tek devralınıyor. Şimdiden yüzlerce milyar dolarlık anlaşmalar/krediler imzalanmış durumda. Zaten Asya Altyapı Yatırım Bankası tam da bu işlev için kuruldu.
Dünya nüfusunun yüzde 65’i şimdiden bu proje kapsamına alınmış durumda, bu verinin kendisi sanırım geleceğe ilişkin yeterli doneyi veriyor.
Belirtmekte fayda olacak, OBOR kapsamında bir çeşit ‘orta koridor’ rolü biçilen ve gerek 3.köprü gerekse Marmaray gibi projeler ile bu kapsamda yer alan Türkiye, Çin ile anlaşma imzalayan ülkelerden. “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İpek Yolu Ekonomik Kuşağının, 21. Yüzyıl Denizdeki İpek Yolunun ve Orta Koridor Girişiminin Uyumlaştırılmasına İlişkin Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” TBMM onayından geçerek 8 Mart 2017 tarihli Resmî Gazete’de yayınlandı.
Çin’e karşı en büyük atak!
İşte B3W atağı Çin’in karşısına iklim, dijital teknoloji, sağlık, eğitim, cinsiyet eşitliği gibi konuları da içerecek şekilde ülkelere altyapı desteği sunuyor. Batı dünyası bunu ‘Çin’in kredilerine karşı demokratik bir alternatif’ olarak görüyor. Diğer önemli bir tanımlama da ‘Yeşil Marshall Planı’ tanımı. Aslında ‘Yeni Marshall’ demek belki daha doğru olacak. Beyaz Saray, B3W için ‘değer odaklı-yüksek standartlı bir girişim’ demeyi seçiyor.
Değerlendirme kısmına geçmeden önce bir dipnot vermekte de fayda var.
ABD 4 Kasım 2019’da Japonya ve Avustralya’nın katılımı ile “Blue Dot Network” (BDN) girişimini, Tek Kuşak Tek Yol’a, daha çok teknoloji alanında, alternatif olarak ilan etmişti. Trump özel sermayeyi yurtdışına yatırım yapmak için harekete geçirmek amacıyla uğraş verdi, fakat murad edilen olmadı. Şimdi BDN, B3W ile ne kadar paralel yürütülecek merak konusu.
Kısa Değerlendirme: a) Pakta ilişkin
Görüldüğü üzere, Yeni Atlantik Paktı sadece savunma ve/veya savaş ile sınırlı kalmıyor, aynı zamanda iklim değişikliği ve sağlık sistemi gibi güncel toplumsal meselelerde söz söylüyor ve NATO’yu bir kez daha Paktın merkezine yerleştiriyor. Dolayısıyla Biden’ın ifade ettiği “America is back” değil, daha çok “NATO is back” durumu yaşıyor olabiliriz.
Ayrıca aradan tam 80 yıl geçtikten sonra paktın yenilenmesi, küresel siyaset ve hegemonya mücadeleleri açısından kritik eşikte olduğumuza açık şekilde işaret ediyor. Kritik eşiğe işaret eden bir diğer gösterge aşırı sağcı fikirleri ile bilinen Johnson ile liberal fikirleri ile bilinen Biden’ın siyasal, sosyal ve ekonomik alanlara dair sözü olan paktı yenileme iradesini gösterirken ortak noktada buluşmasıdır. Nitekim tüm küreyi ilgilendiren bu paktta ortaklaşmak iki kişi ya da fikri aşan bir ortaklığın kurulması gerekliliğine işaret ediyor.
Nihayetinde arka planında bir sermaye birikim rejimini bulunduran, hegemonik gücünü tahkim etmeyi amaçlayan Paktın imzacılarının aldığı bu görece yeni konum, -ki siyaset bir konum almaya işaret eder- tüm ülkeleri, politik aktörleri ve kurum-kuralları da yeniden konum almaya itecektir.
b)B3W’e İlişkin
Pandemi ile tüm aldatmacaları ortaya çıkan küresel kapitalizm, doğasına içkin bir tutarlılıkta, daha büyük bir geri dönüş için hazırlanıyor. Bugünkü finans kapital, 20.yy’da yaşanan kapitalizmden hayati farklılıklar içerse de öz ve karakter olarak benzerdir. Eskinin kamplara bölünen, farklı alanlarda farklı hegemonik savaşlar şeklinde süren kapalılığı esas alan tarzına artık ihtiyaç duyulmuyor; sistem içi müdahale ve mücadele şeklinde bir ihtiyaç hasıl olmuş durumda. Bir piramitin içinde yer alan ve aralarında mücadele ederek basamakları atlama şeklinde ifade edebiliriz yeni süreci. Bu sadece ABD-Çin arasında bir egemenlik arayışı değil, kapitalist modernite hattının da nereye kırılacağına dair aksın kavgasıdır. Haliyle Çin’in bu küresel kuşatılma hali ve sonrasına dair tutumları ‘soğuk savaş’ olarak görmek henüz erken olabilir. Soğuk savaş tanımlamasının bu ‘akışkan dönemi’ karşılayıp karşılayamadığı tartışmalıdır. Biden imzası ile yayınlanan bir yazıda sarf edilen “21. yüzyılda ticaret ve teknolojinin kurallarını Çin veya başka birinin değil, ABD ve müttefiklerinin belirlemesi gerektiği” sözleri belki bu minvalde okunabilir.
Ayrılan finans ve amaca bakıldığında ise güç fenomenine dair eski hikayelerin daha iddialı bir anlatısı ile karşılaşırız. Başlarken ‘kafkaesk’ bir esinti ile ‘bidenesk’ dememiz buna vurgudur.
Çünkü bu proje için hangi kurumların hizmete sokulacağı, nasıl roller alacağı tamamen ‘neoliberal teferruat’ bir durum. Çünkü kamu mülkiyetinin ve hizmetlerinin özelleştirileceği, sosyal devletin radikal ölçüde küçültüleceği, emeğin dizginleneceği, sermayenin kuralsızlaşacağı, ideolojik motivasyonda ‘beyazı’ odak alacağı ve yabancı yatırımcıları yönlendirmek için vergi ve gümrük dostu bir iklim yaratılacağı ortadadır.