Berlin’de gazeteci Erk Acarer’e saldırılması, sadece Türk devletinin on yıllardır Almanya’da sistematik bir biçimde farklı yapılanmalar örgütlemesini ve bunlar üzerinden Türkiye kökenli muhalif güçleri hedefine koymasını değil, aynı zamanda Alman devletinin de böylesi saldırı ve yargısız infazların sorumlularından olduğunu kanıtlıyor. Alman devleti bir kez daha, kimi Türkiyeli liberalin umduğu gibi “demokrasi havarisi” olmadığını, aksine faşist MHP destekli AKP-Saray-Rejimi’nin en önemli destekçisi olduğunu göstermiştir. O açıdan Almanya’daki Kürdistanlı ve Türkiyeli muhalifler verilen bu gözdağı karşısında öz savunma fikri üzerine düşünmeli ve gereğini yapmalıdırlar.
Erk Acarer’e saldırı, Kürdistan ve Türkiye kökenli Alman parlamenterlere yönelik ölüm tehditlerinin savcılıkça kovuşturulmaması veya milletvekillerinin seyahat özgürlüğünün engellenmesinde olduğu gibi, Almanya’daki son gelişmeler zincirinin halkalarından birisidir ve önümüzdeki olumsuz sürece yönelik bazı ip uçları vermektedir. Alman devleti, pandemi koşullarının ayyuka çıkardığı eşitsizlikler, güvencesizlikler ve belirsizlikler ortamında toplumsal rıza üretiminin zorlaşmasına demokratik ve sosyal hakların daha da budanmasıyla yanıt vermeye çalışmaktadır.
Bu çerçevede önce oluşan toplumsal huzursuzluğu sorunların asıl kaynağına yönelik kitlesel direnişe dönüştürebilecek ilerici, devrimci-demokrat hareket, parti ve yayın organlarının hareket alanlarının kısıtlanması amaçlanmaktadır. Küreselleşme karşıtı Attac örgütünün finansman olanakları elinden alındıktan sonra, önce Alman faşizminin kurbanlarının kurduğu antifaşist VVN-BdA örgütü, ardından da devrimci dayanışma örgütü “Rote Hilfe” (Kızıl Yardım) derneğinin kamu yararlılıkları silinerek maddi baskı altına alındılar. Hemen peşinden de sosyalist gazete “junge Welt” sınıflı toplum gerçeğini dile getiren Marksist dünya görüşü nedeniyle “anayasa düşmanı” ilân edildi. Alman devleti böylelikle herhangi bir toplumsal etkisi olmadığını iddia ettiği devrimci, sosyalist ve antifaşist kesimleri kriminalize ederek karalamaya başladı.
Şimdi ise, 1933’te Alman faşizminin yasakladığı, savaş sonrasında 1956’da Adenauer hükümetinin kapattığı KPD’nin ardılı olarak 1968’de kurulan Alman Komünist Partisi DKP bürokratik üçkâğıtçılıkla siyasi faaliyetten menedilmeye çalışılıyor. “Bankaların ve tekellerin iktidarına karşı. Bu ülkedeki insanların ezici çoğunluğu için!” şiarıyla Federal Parlamento Seçimleri’ne katılacağını ilân eden DKP, karar Anayasa Mahkemesi’nce onanırsa, fiili yasakla karşı karşıya kalacak. İnsanın sorası geliyor: “Madem toplumsal etkisi yok, o halde neden burjuva hukukunun en ağır yaptırımı uygulanıyor?” diye.
Kısacası Alman devleti, genlerine dek işlemiş antikomünizmi ile emperyalist zirveler sonrası yeni dönemin yayılmacı savaşlarına katılmak için “vatan cephesini” rızaya uygun hâle getirmeye çalışıyor, 150 yıllık sadık işbirlikçi ortağı olan Türkiye egemenlerine, Ortadoğu-Kafkaslar-Balkanlar Üçgeni’ndeki görevlerini yerine getirmeleri için, desteğini sürdürmeye devam ediyor.