Almanya’daki tekelci burjuvazinin emperyalist cephenin en rafine ve en saldırgan burjuvazisi olduğunu defalarca tespit etmiştik. En kindarı olduğunu da eklemeliyiz. Nitekim Almanya’daki son gelişmeler bu tespitlerimizi bir kez daha teyit etmektedir. Almanya’nın dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olmasına, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin içinde debelendiği çoklu kriz ortamıyla diğer ülkelerden nispeten daha rahat baş edebilmesine ve toplumsal direniş potansiyellerini istedikleri yöne kanalize edebilmelerine rağmen, tarihlerinin belki de en zayıf konumunda olan Alman komünistlerine bir nebze tahammül edemeyen bir burjuvaziyle karşı karşıyayız.
Tarihin sonu geldi, sınıf savaşları bitti safsatasını bizzat yalanlayan Alman burjuvazisidir. Devlet aparatının olabildiğince gericileştirilmesi, demokratik ve sosyal hakların budanması, yukarıdan dayatılan sınıf savaşı ile ezilen ve sömürülenlerin tarumar edilmesi ve saldırgan yayılmacılığı körükleyen militarizm el ele gelişirken, hatta kapitalizm dünya çapında mutlak egemenliğini ilân etti denilirken; akademide ve bilim dünyasında eleştirel bilimsel düşüncenin zerresi kalmamış, sendikal hareket ile reformist sol işbirlikçi hâline getirilmiş, ırkçı-faşist partiler rehabilite edilmişken, gene de kadim düşmanından korkan bir sınıftır Alman burjuvazisi.
O nedenle polis salahiyet yasaları sertleştirilmekte, kontrol mekanizmaları genişletilmekte, yürüyüş ve miting hakları kısıtlanmakta, muhalif medyaya, bilhassa sosyalist basına karşı hukuksal adımlar ve ticari tedbirlerle baskı uygulanmakta, ırkçı-faşist saldırganlar mahkemelerce cezasız serbest bırakılırken, antifaşist örgütlere ağır yaptırımlar uygulanmakta, radikal solculara devlet düşmanı muamelesi gösterilmektedir. Nitekim, geçen hafta da yazdığımız gibi, Alman Komünist Partisi DKP’ye fiili yasak getirilmektedir.
İşte hiç şüphe götürmeyen gerçek burada kendisini göstermektedir: Almanya tekelci burjuvazisi, yaşamın her alanına ve her şeye egemen sınıf olmasına rağmen, korkmaktadır. Çünkü antikomünizm cenneti hâline getirdikleri, emek sömürüsünü pervasızca sürdürdükleri ülkede toplumsal rıza üretiminde zorlanıyorlar artık. Savaş politikalarıyla, körüklenen ırkçılıkla, sömürülen sınıfların birbirlerine düşman edilmesiyle, belirli tavizlerle kontrol altına aldıkları kimlik politikalarıyla, tek sesli hâle getirdikleri medya ve üniversitelerle sürdürebildikleri egemenlik yetersiz kalmaktadır artık. Federal Parlamento Seçimlerine kalan birkaç ay içerisinde bürokratik üçkâğıtçılıklarla, fiili yasaklarla, demokratik güçlere ve antifaşist örgütlere karşı hukuksal yaptırımlar ve polis devleti uygulamalarıyla olası en ufak direnişi daha beşikteyken boğmaya çalışmaları bundandır.
Sorun şu ki, bugün komünistlere karşı kullanılan fiili yasaklamaların, sisteme entegre olmuş ve parlamenter yapılara alınmış reformist sol başta olmak üzere, her türlü demokratik, sosyal, ekolojik ve kimlik mücadelesini yürütenleri tehdit eden bir “Demokles kılıcı” olduğunun görülmemesidir.