Diyarbakır’da Ahmet Güneştekin’in ‘Hafıza Odası’ adıyla açtığı sergiden yansıyan fotoğraf ve bilgiler, insana yavan bir fast-food tadı veriyor. Bunun hafızanın içini boşaltıp yaşananları parlak renklerin ardına saklamaya, kısacası hafızasızlaştırmaya hizmet eden bir sergi olduğunu görmek için sanat eleştirmeni olmak gerekmiyor. Elbette bu işin, sömürgeci-sömürge ilişkisinden beslenen çok önemi bir boyutu var
Necati Sönmez
2015 yazında, Suriyeli Kürt bir ailenin çocuğu olan üç yaşındaki Alan Kurdi’nin cesedi Bodrum sahillerine vurduğunda gazeteci Nilüfer Demir’in objektifine yakalanmış, o fotoğraflar bir anda dünyaya yayılarak herkeste aşağı yukarı aynı duyguyu tetiklemişti: Kahır ve öfke karışımı bir isyan duygusu. İsyan ve öfkenin kime yöneleceği çoğunluk için muğlak olsa da, fotoğrafa yansıyan çıplak gerçeğin yumruk etkisinden kaçmak mümkün değildi.
Bu olayın üzerinden birkaç ay geçmeden Çinli sanatçı Ai Weiwei, Midilli (Lesbos) adasında mültecilerle ilgili bir ‘proje’ üzerinde çalışırken, Hindistanlı bir başka fotoğrafçıya sahilde aynı pozisyonda uzanarak poz verdiğinde ise, söz konusu görüntü sadece mide bulantısına yol açacaktı. Kendisi de ülkesini terk etmek zorunda kalmış bu ‘büyük’ sanatçı, ölü çocuk taklidi yaparak sözümona mülteciler konusunda farkındalık yaratmaya çalışıyordu. Ne ki, Demir’in fotoğrafı kaya gibi sert bir gerçekliğin yansımasıyken, Weiwei’inki zevksizliğin ve densizliğin resmiydi.
Sanatçının Midilli’de harcadığı uzun mesainin ürünü olan proje, kısa bir süre sonra Berlin Film Festivali ile eşzamanlı düzenlenen bir sergiyle kamuya sunuldu. Ada sahillerine terk edilmiş binlerde turuncu can yeleğini (iddiaya göre 14 bin adetini) toplayarak Berlin’e taşımış ve tarihi Konzerthaus binasının girişindeki sütunlara monte etmişti. Şehrin göbeğinde, can yelekleriyle turuncuya bürünmüş sütunları görenlerin mültecilere karşı daha duyarlı olacağı varsayılıyordu.
Sanat kisvesine bürünmüş ahmaklığın zirve yaptığı nokta ise, sergiye eşlik eden ve festival konuğu Hollywood yıldızlarının da davet edildiği Cinema for Peace oluşumu yararına düzenlenen akşam yemeğiydi. Weiwei bu lüks yemekte konuklarını, denizden kurtarılan mültecilerin soğuktan donmasınlar diye sarıldıkları parlak ilk yardım şiltelerine sarıp toplu fotoğraf çektirmişti. Sinema sektörünün multimilyarder yıldızları, o altın rengi kostümler içinde nasıl da ışıl ışıl parlamıştı. Sanatçı Alan Kurdi performansıyla aldığı tepki ve eleştirileri zerre umursamadan, ‘farkındalık’ yaratma misyonunu yeni seviyesizliklere taşımıştı. Mülteci kıyımı gibi gözümüzün önünde olup biten bir konuda daha ne kadar farkında olunabilirse artık!
Elbette Weiwei, dünyanın ve özellikle Avrupa’nın sıcak gündemi mültecilerin ekmeğini yiyen tek sanatçı değildi. 2019 yılının sanat ‘olayı’ (faciası dememek için), İsviçreli sanatçı Christoph Büchel’in işini hatırlamakla yetinelim. Sanatçı, kendisini kurtarmaya gelen gemiyle çarpışarak batan ve 800 mülteciye mezar olan Barca Nostra adlı balıkçı gemisinin enkazını satın alarak Venedik Bienali’ne taşımış, eşliğinde hiçbir yazılı bilgi, metin vs kullanmayarak sergilemiş, bienal ziyaretçilerine şahane selfie imkanları sunmuştu. Kuşkusuz geminin temini, bakımı, nakli ve sigortalanması milyonlarca dolara mal olmuş, binlerce mültecinin hayatını kurtarabilecek bu bütçe sanata ayrılmış Avrupa kamu fonlarından sağlanmıştı.
Kültür üzerine en fazla kafa yoran düşünürlerden Adorno ve Horkheimer, ‘kültür endüstrisi’nin kişisel yaratıcılığı yok edip toplum bireylerini birer pasif tüketici konumuna indirgediğini iddia eder. Ki bunu yazdıkları zamandan (1940’ların sonu) bugüne köprülerin altından çok sular aktı ve tespitin haklılığı daha da perçinleşti. Güncelliğe gönderme yapan ucuz ve kaba kültür ürünleri, alıcıyı eylemsizleştiren birer kültürsüzleşme emaresidir aslında. Fast-food yemekler nasıl ki kültürden ve köklerinden yalıtılmış bir mutfağın ürünüyse, ucuz sanat da kültürsüzleştirmenin semptomlarından biridir.
Diyarbakır’da Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” adıyla açtığı sergiden yansıyan fotoğraf ve bilgiler, insana yavan bir fast-food tadı veriyor. Bunun hafızanın içini boşaltıp yaşananları parlak renklerin ardına saklamaya, kısacası hafızasızlaştırmaya hizmet eden bir sergi olduğunu görmek için sanat eleştirmeni olmak gerekmiyor. Elbette bu işin, sömürgeci-sömürge ilişkisinden beslenen çok önemi bir boyutu var. Nitekim, savaş ve katliamla hayatları darmadağın edilmiş, köyleri boşaltılmış, şehrin çeperlerine yamanmaya zorlanmış kitleleri kültürsüzleştirmek, sömürgecilerin en yaygın pratiklerinden biridir.
Sur’da, Cizre bodrumlarında yaşananlarla ilgili haber yapanlar halen içeride yatıyor. Bugün o konuda diyelim bir belgesel yapıp göstermek, yasaklanma ve hapse girme riskini göze almayı gerektiriyor. Ama o gerçeği sözde temsil etme iddiası taşıyan bir sergi, faili silikleştirdiği ölçüde ana akım medyanın ve mali mülki erkanın yoğun ilgisine mazhar olabiliyor.
Riyakârlığın sanata bürünmüş hali bu. Bir arkadaşın isabetli ifadesiyle, yüzleşmenin değil yüzsüzleşmenin resmi.