Necati Sönmez
Victor Hugo günümüz Filistin’inde yaşıyor olsaydı eğer, Zakaria Zubeidi’nın hayatından bir roman çıkarabilirdi pekâla. Romanında iki önemli yan karakter daha olurdu muhtemelen; İsrailli Arna Mer-Khamis ve oğlu Juliano. Burada şimdilik, hafta başında İsrail’in yüksek güvenlikli Gilboa hapishanesinden tünel kazarak kaçmayı başaran altı Filistinli siyasi tutsaktan biri olan Zakaria’nın hikâyesine bakalım kısaca.
Hayatında yaşadığı olağanüstülükler, kendi tercihi değildi; içinde yaşadığı şartların sonucuydu. Jenin mülteci kampında doğup büyüyen çocukların ortak hikâyesi aynı zamanda. Ve elbette, yerleşimci kolonyalist bir işgal gücünün, hem işgal altında tuttuğu halkı hem de kendi halkını içinde yaşattığı cehennemin de özeti.
Zakaria, Filistinli bir ailenin mülteci kampında doğup büyüyen sekiz çocuğundan biri. İngilizce öğretmeni olan babası Fetih üyesi olduğu gerekçesiyle İsrail tarafından işinden edilmiş, bunun üzerine fabrikalarda işçi olarak çalışmak zorunda kalmış. Çocukluğu Birinci İntifada sırasında geçen Zakaria 12 yaşındayken, İsrailli barış aktivisti Arna Mer-Khamis’in kampta açtığı bir tiyatro kursuna yazılıyor.
Burada, ‘roman’ın diğer karakteri olabilecek Arna için kısa bir parantez açmak gerekir. İsrail’in kuruluşu döneminde Araplara karşı savaşmış, Filistinlileri köylerinden evlerinden süren silahlı gruplardan birine mensup eski bir asker. Sonra İsrail Komunist Partisi’ne üye olacak, orada tanıştığı bir Filistinli’yle evlenerek üç çocuk dünyaya getirecek. Çocuklarından biri, Juliano, oyuncu ve yönetmen olacak, 2004’te annesi ve yetiştirdiği çocuklar hakkında “Arna’nın Çocukları” adında bir belgesel yapacak.
Julliano yıllar sonra Jenin’e dönerek, annesinin 1980’lerde açtığı tiyatro kursunun temelleri üzerinde Özgürlük Tiyatrosu’nu kuracak, bu süreçte karşılaştığı Zekeria’yı yanına alarak… Arna, belgeselde de izlediğimiz gibi, 1995’te kanserden ölecek. Juliano 2011’de, yeni doğan bebeğinin ve bakıcısının da içinde olduğu arabasıyla tiyatrodan çıkarken, önünü kesen maskeli bir katilin kurşunlarıyla can verecek. İşgal döneminin Filistin’i, Shakespeare için de verimli bir mekânı olabilirmiş, gördüğünüz gibi. Biz Zakaria’ya dönelim.
Arna sayesinde tiyatroyu keşfeden Zakaria, kardeşi Davoud’la birlikte kursa yazılıyor. Anneleri Samira, evinin bir katını veriyor kurs için. Juliano’nun belgeselinde çocukları, sadece tiyatro sahnesinde değil İsrail ordusu tarafından yıkılan evlerinin yıkıntıları üzerinde otururken, özlem ve öfkelerini anlatırken de izliyoruz. Büyüdüklerinde nasıl pimi çekilmeye hazır birer bombaya dönüştüklerini de görüyoruz. Sahnede başka dünyalara kanat açan o neşeli çocukların çoğunun sonradan militanlaşıp gencecik yaşta öldürüldüğünü, hayatta kalanların hapse atılıp uzun yıllar ceza aldığını öğreniyoruz filmde.
Zakaria, diğer çocuklarla birlikte bir yandan tiyatro öğrenirken, BM’ye bağlı okula yazılıyor. Gayet başarılı bir öğrenciyken 13 yaşında askerlere taş attığı için ayağından vurulup altı ay kadar hastanede yatıyor ve ayağı ömür boyu sakat kalıyor. 15’indeyken, yine taş attığı için altı ay hapiste tutuluyor, bu sırada hapishane idaresine karşı mahpus çocukların sözcüsü oluyor. İçeriden çıktıktan sonra okulu bırakıyor. Uzun zaman geçmeden, bu sefer Molotof kokteyli atmaktan tutuklanıp 4 buçuk sene hapse mahkum oluyor. Bu son hapislik onun politik bilinçlenme ve örgütlenme sürecine dönüşüyor. Oslo Barış Anlaşması sonrası serbest kalınca Fetih’in güvenlik güçlerine katılıyor. Ne var ki bir yılı doldurmadan, buradakı yozlaşma ve kayırmalardan yılarak Fetih’le yolunu ayırıyor.
Bir süre İsrail’de iş yapmaya çalışıyor, işleri yolundayken izni olmadığı gerekçesiyle çalışması yasaklanıyor. Bu sefer araba hırsızlığına yöneliyor. 2001’de, yakın bir arkadaşının öldürülmesi üzerine, silahlı direnişe katılma kararı alıyor. Ertesi sene annesi Samira, komşusunun evinde pencereye yakın otururken, İsrailli bir keskin nişancı tarafından vuruluyor, kamp abluka altında olduğu ve hiçbir müdahele yapılmadığı için kan kaybından ölüyor. Askerler kısa bir süre sonra bu kez kardeşlerinden birini öldürüyor. Diğer kardeşi 16 yıl hapse mahkum ediliyor.
Zakaria, El-Aksa Şehitleri Tugayları’nın Jenin Kampı lideri olarak birçok operasyona katıldıktan (bir patlama sonucunda yüzünde kalıcı yara izleri oluşuyor), defalarca ölümden döndükten, İsrail’in birçok suikast girşiminden kurtulduktan sonra silahlı mücadelenin sonuç getirmeyeceğine kanaat getirip tiyatroya dönmeye karar veriyor. Kültürel direnişi örgütlemeyi daha anlamlı buluyor ve Juliano’ya katılıp Özgürlük Tiyatrosu’nun kurucularından biri oluyor.
Ne var ki İsrail daha önce örgüt üyelerine af ilan ettiği halde, bu kararı iptal edip onu tekrar hapse tıkamak istiyor. 2012’de Filistin Yönetimi tarafından tutuklanıp altı ay hapiste tutuluyor, açlık grevi yapınca serbest bırakılıyor. 2019’da bu sefer İsrail tarafından demir parmaklıkların arkasına atılıyor. Ve bu hafta başında beş arkadaşıyla birlikte kazdıkları tünelle yüksek güvenlikli cezaevinden kaçarak bir kez daha direnişin sembolü haline geliyor.
Dilerseniz bu hikâyenin aynasında, Mihraç Miroğlu’nun ve Kürdistan’da zırhlı araçlarla öldürülen diğer çocukların aile ve arkadaş çevresine bakabilirsiniz.