Necati Sönmez
Birkaç sene önce Mikis Thedorakis’in Atina’da aşırı sağcıların düzenlediği gösteriye katılarak tekerlekli sandalyesinden “Makedonya geçmişte Yunan’dı, gelecekte de Yunan kalacak” mealinde milliyetçi bir konuşma yapması, onu seven ve sayan herkes gibi beni de hüsrana uğratmıştı. O hayal kırıklığıyla, Özgürlükçü Demokrasi gazetesine “Dönekliğin evrensel tarihi” başlıklı iki yazı yazmış, benzer durumlara düşen ‘eski tüfek’lerin bu ani dönüşlerini tahlil etmeye çalışmıştım. İtalyan Komünist Partisi’nin ilk kurucularından olan, sonra yazar kimliğiyle ünlenen Ignazio Silone’nin, yoldaşı Togliatti’ye söylediği esprili bir cümleyi aktararak başlıyordu yazı: “Nihai mücadele komünistler ile eski komünistler arasında olacak.”
Özgürlükçü Demokrasi kısa bir süre sonra polis baskınıyla kapatılıp internet arşivi de yok olduğu için, okurun affına sığınarak o yazıdan bir alıntı yapacağım: “Öyle ya İkinci Dünya Savaşı’nda anti-faşist direnişe katılmış, ardından gelen iç savaşta defalarca hapse girmiş, işkencelerden geçmiş, askeri cunta döneminde sürgünde yaşamış, müzikte devrim yapmakla yetinmeyip devrimin de müziğini yapmış biri nasıl olur da, 92 yaşında kendini böylesine acıklı bir noktada buluverir?”
Sorunun cevabı, sosyalist blokun dağılması ve birçok yeni ülkenin ortaya çıkmasıyla birlikte dünya genelinde ulusal kimliklerin ve sınırların değere bindiği yeni siyasal iklimde yatıyordu bana göre. Ki bunun örnekleri ülkemizde de az değil, hatta yerel konjontürün de etkisiyle bizdeki manzaranın daha da vahim olduğu aşikar. Geçmişte el üstünden tutulmuş, kendini hâlâ solda gören, öte yandan sağın bin yıllık ezberini sahiplenen, eskiden mücadele ettiği ideolojiyle yan yana düşen bir yığın aydın çıkıyor karşımıza.
Döneklik veya bunama, adına ne dersek diyelim, bu sapma haline öfke duymamak, onu ihanet gibi görmemek elde değil; yan yana yürüdüğünüzü varsaydığınız birisinin sizi yarı yolda bırakması gibi bir duygu. Bu ‘ihanet’e nasıl tepki vereceğimiz meselesi veya günümüzde sosyal medyada sıkça işletilen ‘iptal kültürü’ dediğimiz olgu ayrı bir tartışma konusu.
Burada asıl değinmek istediğim bu ruh hali değil, geçmişine şapka çıkardığımız insanlar dünyadan göçtüğünde onları nasıl yad edeceğimiz, dahası ölüm haberi geldiği anda haklarında neler hissettiğimiz. Benim şahsi formülüm çok basit: Bizi ters köşeye yatıran tavırlarını acımasızca eleştirmek, hesap sorma hakkını onlar hayattayken kullanmak, gerekirse sırtını dönmek, belki bir umut yanlıştan dönmelerini umarak boykot etmek, vs. Ölümden öte köy kalmadığında ise, hayat boyu bize kattıklarını ve ‘döneklik’ döneminde geri aldıklarını terazinin iki kefesine koyup tartmaya çalışmak. Bunu soğukkanlılıkla yapmak kolay değil, hele tepkilerin saman alevi gibi kabarıp söndüğü sosyal medya çağında daha da zor, ama hem onlara hem de kendimize hakkaniyetli olmak adına gerekli.
Fotoğrafçı Mehmet Kaçmaz, Ara Güler’in ardından yazdığı bir yazıyı şöyle bağlamıştı: “Gönlümüze göre bir Ara Güler yaratamayız. Onu olduğu yere koymak, gönlümüze göre eğip bükmemek doğru olandır. Birbirinden şahane fotoğrafları, onu eleştiriden azade kılmayacağı gibi bazılarımıza ters gelen, siyaseten uzağında durmayı yeğleyeceğimiz tercihleri, ortaya koyduğu devasa külliyatı değersizleştirmez.”
Ara Güler’in fotoğraflarıyla hayatımızda bıraktığı bir iz var ve silinemeycek olan bu izi siyasi körlüğüne değil o fotoğrafları çeken gözüne borçluyuz. Aynı şekilde tiyatroda birçok kuşağı derinden etkilemiş, ardından koca bir miras bırakmış, siyasette ise berbat bir milliyetçiliğe gönül indirmiş olan Ferhan Şensoy’u da, elbette siyasetçi kimliğiyle değil tiyatroculuğuyla hatırlayacağız. Mikis Theodorakis’in ölüm haberi geldiğinde, kimse o kürsüden yaptığı hamasi konuşmayı paylaşmadı, ama binbir konserinden görüntüler, şarkılar çalarak andı onu. Sağcıların gösterisine katılmış olmasının ya da son dönemde sergilediği milliyetçi tavırların, arkasındaki devasa mirası silip yok edecek kadar gücü yok, bu Theodorakis’i sahiplenmeye çalışan Altın Şafak’çıların başarabileceği bir şey de değil. Evet, ölüp gittikten sonra onları gönlümüze göre yeniden yaratamayız, hayat hikâyelerini tashih ederek baştan yazamayız, ama onların gönlümüze nakşettikleri onca şeyi de ‘cancel’ düğmesine basıp iptal edemeyiz. Yapmak istesek bile buna gücümüz yetmez, bilincimize, karakterimize karışmışlardır çünkü; bizi biz yapan milyonlarca parçadan biri olmuşlardır.
İronik bir şekilde hayatının son döneminde kendisi de ihanet denizine kulaç açarak bir ‘eski solcu’ya dönüşen Silone’in esprisini uyarlarsak, nihai mücadele bu tür insanların hayatlarında takındığı iki zıt tutum arasındadır, hangisinin ağır bastığına bakmak gerekir. Gerisi laf.