M. Ender Öndeş
Dümdüz gidiyorlar artık. Adam fren pedalını söküp camdan dışarı atmış, gaz pedalının üstüne de ayağını sabitlemiş, kaptırmış gidiyor. Deniz Poyraz cinayeti, gerçekleştirilme şekli ve sonrası bakımından tam da bunun ifadesi. Yapan kişi, çok belli, bildiğin eleman. Öyle meczup filan değil; o psikiyatri muhabbetleri klasiktir ve biraz da hesap işidir. Bahçeli’nin söyledikleri de rasgele değil. Bizim “aslında şöyle olursa şöyle olur” rasyonel zihnimizle okuyabileceğimiz şeyler değil. “Aklı başında adam söylemez bunları” dersek, boş laf etmiş oluruz yani.
Görünsün istiyorlar çünkü. Kimin yaptığı, neden yaptığı açıkça bilinsin istiyorlar. Biz yaptık, adresimiz de şudur diyorlar. 1990’lar da tam olarak aynı politikanın uygulandığı yıllardı. Belki yerellerdeki faili meçhuller ve kayıplarda karakol komutanları da inisiyatif kullanıyordu ama doğrudan JİTEM’in yaptığı işlerde adres hiç ama hiç belirsiz değildi. Cenazeleri bulunmasını istedikleri yerlere bırakarak imzalarını atıyorlardı. Amaç bulanıklık değil, korku yaratmaktı çünkü. Bugün yapılanlarda da bir gizleme, izleri örtme çabası yok. Tamam, reddediyorlar ama örneğin helikopterden atma vakasında da, olayın gerçeğinin bilinmesinden çok rahatsız değiller. Biz bunu yaparız diyorlar. İsteseler daha karmaşık işler yapabilirler mi? Tabii ki; ellerinde bunu yapabilecek imkânlar ve kadrolar var. Ama düz yapıyorlar, dümdüz.
O yüzden, şu ‘provokasyon’ söylemi herkesin sinirlerini geriyor. Provokasyon başka bir şey çünkü. Orada, bir şeyi amacından saptırmak ya da bir topluluğu hazır olmadığı bir yere doğru çekmek, vb. var. Burada ise düz cinayet var ve amacı korku ve kaos yaratmak. Kaosla korkutup vazgeçilemezliğe oynamanın bir kez işe yaradığını gördüler, yine deniyorlar. Bu işlerin, mücadele öznelerini korkutmayacağını elbette biliyorlar ama başka bir yere oynuyorlar.
Yalnızca cinayet değil. Her alanda böyle. “Taviz çöküşü tetikler” paranoyası iliklerine işlemiş halde. Yoksa misal yarın İkizdere’ye gidip “Ben bu meseleye el koydum, durduruyorum” dese belki puan kazanır, Cengiz de aç kalmaz yani. Yapmıyor. Şimdi “Sevgili Adıyamanlılar, şahsım olarak üzüldüm, yasayı iptal ettim” dese kıyamet kopmaz. Yapmıyor. Boğaziçi’nde geri adım atsa da, arkadan dolansa olmaz mı? Onu da yapmıyor. Yapmıyor, çünkü herhangi bir konuda geri adım atarsa eğik düzlemde kaymaya başlayacağını biliyor, haksız da değil.
O yüzden fren pedalı camdan atılmış halde ve o yüzden “bir gün o şöyle yaparsa biz de şöyle uzlaşırız” gibi boş gevezeliklerin hiçbir anlamı yok.
***
“Bir gün benim ortanca oğlumun burnu kanıyordu. Kardeşimle birlikte gece iki kez hastaneye kaldırdık. Hastanede karşılaştık. O da başkasının çocuğunu getirmişti. O çocuğun babası cezaevindeydi, görevini yaptı. Benim hiçbir zaman zoruma gitmedi. Çünkü benim o gece ona çok fazla ihtiyacım yoktu. Benim kayınlarım, kardeşlerim yanımdaydı ama o çocuk ve annesi yalnızdı, kimseleri yoktu.”
Vedat Aydın’ı anlatıyor eşi Şükran Aydın. Bir insan tipini anlatıyor aslında. Bizi kurtaracak olanı da anlatmış oluyor.
Yoksa film gelecek de iklim değişecek, boş iş!