Kenan Kırkaya
Değişmez kuraldır; bu ülkede her türlü kötülük önce Kürtlerden, ötekileştirilen toplum kesimlerinden başlar, sonra aynı içerikte ve şiddette olmasa da genelleşir. Kapatma mevsimini HDP ile açtılar, AYM ile sürdürdüler ve şimdi sırada başkaları var. “Tiz zamanda CeHaPe’nin kapısına kilit vurula” buyruğunu duymamızın eli kulağındadır. Fişlemeler başladı, seceresine kadar bu CeHaPe zihniyetinin nemenem bir darbeci parti olduğunu faş etmeye başladıklarını düşünüyorlar. Kılıçdaroğlu gözaltına alınır mı? Bu koşullarda uzak ihtimal değil.
Tabii ki bunların hiçbiri kendiliğinden olmuyor, önemli nedenleri var. 15 Temmuz “Allahın lütfuydu” ve o lütfun 5 yıldır kaymağını yiyorlar. İktidarın sütten, baldan dereleri kuruyor, kaymak tükenmek üzere ve yeni bir kaymaklı “lütfa” ihtiyaçları var. İlahi lütuf gerçekleşmiyorsa şayet, işi şansa bırakmıyor iktidar, lütfu bizzat kendisi yaratıyor. Neymiş efendim; bildiri yayınlanmış, darbe teptiplenmiş, darbeciler en ağır şekilde cezalandırılacakmış! Seçilmiş iktidara karşı darbe tehdidi gerçektir, ama daha büyük gerçek iktidarın bizzat bu darbeci pratiğe tutunarak var olmaya çalışmasıdır. İktidar bir tehlike ihtimalinden bahsediyorsa biliyoruz ki bizzat o tehlikenin kaynağıdır. Yani yaptığı, yapmakta olduğu ve süreklileşen darbesini, olacak olan darbe ihtimali ile örtüyor. Bu tam bir cemaat pratiği. Yıllar önce Kürtlere karşı, “Bunlar devlet içinde devlet kuruyor, paralel bir yapılanma oluşturuyorlar” diyerek ortalığı velveleye veren, AKP’nin desteği ile Kürtlere karşı başlattıkları KCK operasyonu başlatan cemaat hem palazlandı devlet içinde hem de kendi paralel varlığını gizlemeye çalıştı. Kürtler durumun farkındaydı ama diğer kesimler “bilmiyorum, görmedim, duymadım” demeyi tercih etti. Devran değişince asıl paralelcilerin devlet içine nasıl kök saldıklarını, nasıl gözü kara işlere giriştiklerini ortaklarına da gösterdiler, bütün Türkiye’ye de acı bir deneyimle tecrübe ettirdiler. Ama işte son pişmanlık fayda etmiyor.
Şimdi bu oyunun bir başka versiyonunu, yeni perdesini izliyoruz. O günden beri kesintisiz bir darbe mekaniği işliyor. Darbe mekaniği süreklileşen, hayatın her alanına sirayet eden saldırı hamlesidir, halk iradesini yok sayma ve onu gasp etme pratiğidir. Mutlak iktidar gücünün toplumu sindirmeyi hedeflemesidir. Bu mekanizmanın işlemesi için illa bildiriler yayınlanmasına, tankların, askerlerin sokaklara inmesine gerek yok. Bu çağda halk iradesini gasp etmenin bin türlü yolu, yöntemi var. Artık çoğu güç odağı kaba asker gücüne ihtiyaç duymadan darbeler gerçekleştiriyor. Dikkatlerimizden kaçırdıkları, gözümüzün içine soktuklarından çok daha tehlikeli. Gerçek darbe bizi inandırmaya çalıştıkları darbeden çok daha büyük. Üstelik bunların tamamını yaşadık. Belediyelerin gasp edilmesi, üniversitelere kayyım atanması, vekilliklerin düşürülmesi, partileri kapatma girişimleri, seçim sandıklarının rafa kaldırılmasının tamamını 12 Eylül’de de yaşadık, bugün de yaşanıyor. Değişen sadece biçim.
Fakat işin acı tarafı, hemen her gün toplum iradesini çiğneyen, ona saldıran iktidarın kurduğu söylem hegemonyasıyla, tekeline aldığı kavramlarla bütün muhalefeti askeri içtimaya çekmesidir. Terör deyince, darbe söylemini ağzına alınca bütün muhalefet hep yekten “ama biz bütün darbelere karşıyız, terörü kınıyoruz” diye hizalanıyor. Elbette bu toplum darbelerden çok çekti, elbette hangi biçimde olursa olsun darbelerin hiçbir meşruiyeti yok. Ama marifet “bütün darbelere” karşı olmakta değil darbeciyi adıyla sanıyla çağırmakta, ona karşı bütün benliği ile karşı koymakta. Bu sinmişlik hali, kavramların gücünü iktidara altın tepside sunma acizliği, iktidarın her türlü muhalif eylem ve söylemi “darbe, terör” potasına alarak herkesi susturmasına muazzam bir fırsat sunuyor.
Toplumun ve toplum adına hareket eden herkesin yeni bir bakışa, yepyeni bir dile ihtiyacı var. “Darbelere karşıyız” ezberi darbeleri engellemiyorsa, herkesi esir alan mevcut söylem hegemonyasını kıracak bir bakış açısı geliştirmek gerekir. Aslında bu yapıldı. Öcalan sadece meseleyi kavramsal olarak yerli yerine oturmakla kalmadı, aynı zamanda iktidarın söylem hegemonyasını kıracak yegane aktör olduğunu da gösterdi. Mekaniğin varlığını da işleyiş biçimini de çözdü. Bunun karşısına çok güçlü kavramlar yerleştirdi. İktidar bunu fark ettiğinde ve tam da o mekaniğe tutunarak varlığını sürdürmeye karar verdiğinde ilk önce Öcalan’ı susturdu, tecridi devreye koydu. Bunun sonucunda 6 yıldır tek kale maç yapıyor, boş alanda cirit atıyor. İmralı tecridi sadece bütün topluma karşı hayata geçirildiği için değil, aynı zamanda karşıt söylem gücünü engellediği için de hayatidir.
Bu gerçeğin farkında olan tutsaklar, 134 gündür açlık greviyle bu gerçeği haykırıyor. 134 gündür canhıraş bu gerçeği herkese anlatmaya çalışıyorlar. Bütün kaygılar ve hassasiyetler sonucu geçtiğimiz günlerde Öcalan’ı ailesiyle sadece 4 dakika görüştürdüler. Çünkü 5’inci dakikada işin renginin değişeceğinin, inisiyatifi kaptıracaklarının farkındalar. O yüzden tecride karşı mücadele aynı zamanda iktidarın söylem hegemonyasına karşı özgürlükçü ve alternatif bir söylem ve kavram gücüne ulaşmaktır.