İsa Taşçı
Kürtler olarak soykırımın kıskacındayız. 19. yüzyıl bir yana en azından 1925 yılından beridir soykırıma uğratılmaya çalışılan bir halkız. Bu yönüyle durumumuz sömürge pozisyonu bile değildir. Zira hiçbir zaman sömürülen halkın ve sömürülen ülkenin varlığı inkâr edilmemiştir. Yani varlığımız bile inkâr ediliyor. Ne halk ne de ülke olarak adımız kabul görüyor. Yüz yıllık mücadelede verilen yüz binlerce şehide rağmen ancak Kürt kökenli olduğumuzu kabul etti Türkiye Cumhuriyeti. Onu da verdiğimiz mücadele sonucunda ancak kabul ettirebildik.
Kabul ettikleri bizim Kürt kökenli olduğumuzdur, Kürt olduğumuz değil. İkisi arasında özsel bir farklılık vardır. Birinde halk olarak kabul edilirsin, tanınırsın ve gasp edilmiş hakların sana verilir. Birinde de Kürt kökenli olduğun kabul edilir, ama Kürt olduğun kabul edilmez, bu nedenle de başkalaşıma uğraman istenir.
Aslında TC bunu sadece Kürtlerden de istemedi, Anadolu’daki bütün farklı etnik ve kimliklere dayattı ve çok büyük ölçüde bunda başarılı da oldu. Öyle ki Türk olmadığı halde kendisini Türk’ten daha fazla Türk görenlerin ülkesi haline geldi, Anadolu. Zaten TC’nin üzerine kurulduğu Türkçülük de bir yabancı icadı oldu. Verili Türkçülüğün icatçıları esas olarak o dönem vatansız olan Yahudiler ve Kafkasyalı ‘düşünür’lerdi. Türkçülüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi haline getirdiler. Ondan sonra var olabilmek ve bir yere gelebilmek için kendin olmaktan çıkman ve artık ‘kökenli olman’ gerekti. Yani aslını inkâr ederek Türkleşmen gerekiyordu. Zaten bunda ne denli başarılı olduklarını Türkiye’yi yöneten ve herkesin gözünün önündeki Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Akşener gibi siyasetçilerin kökenine bakılarak anlıyoruz. Özcesi Türkiye artık ‘… kökenli vatandaş’lar ülkesi haline geldi.
Onlar başkalaşıma uğramış olmanın, asimile olarak kraldan daha kralcı bir hale gelmenin ne demek olduğunu ne kadar düşünüyorlar bilemiyorum. Asıllarına dönmek istiyorlar mı, başkalaşıma uğramış ve onu fanatikçe savunmak zorunda bırakılmış olmaktan rahatsızlık duyuyorlar mı bilemiyorum. Bir kişilik parçalanması yaşıyorlar mı, onu da bilemiyorum. İyisi mi bu soruların cevaplarını onlara bırakarak kendi durumumuza bakalım.
Biz Kürtler çok büyük bir çoğunluk olarak öyle olmak istemiyoruz. Kökenli değil de Kürt olmak, Kürt kalmak ve Kürt olarak bedenen ve ruhen yaşamak istiyoruz. Çektiğimiz onca acı da bundan. Bizim acımız kendimiz olma ve kendimiz kalma yolunda çekilen acı. Bu yönüyle başkalaşıma uğrayarak kişilik parçalanması yaşayanlarınkinden niteliksel olarak farklı. Ama açık ki kendimiz olarak kalmak ve var olabilmek için daha fazla mücadele etmemiz gerekiyor.
Durumumuz neden böyle diyemeyiz. Zira gözümüzü hiç de adil olmayan, insanın insanın kurdu olduğu bir dünyaya açtık. Yok sayıldığımız, kökümüzün kazılmak istendiği bir dünyaya geldik. Bizi bu hale getirenlerde insaf, merhamet de olmadığına göre ağlamanın, sızlamanın hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla düşmandan aman dilenemez, zira yoktur. Yanı sıra atalarımız bize neden daha iyi bir yaşam bırakmadı demenin de anlamı yoktur, zira bu bir şeyi kurtarmayacağı gibi sadece ne kadar zayıf karakterli olduğumuzu gösterir. Artık atalarımız yok, biz varız. O halde kendi olarak kalmak isteyenler olarak bizim ne yapacağımız önemli hale geliyor. Evet, ne yapmalıyız?
Bazı zihniyet açmazlarımız var. İnsansal ve toplumsal olan her şey inşadır, diye bir söylem vardır. Evet, insan soyunun yaşamı bir inşa. İyi, doğru, güzel inşa ettin mi yaşam da öyle olur. Kötü, yanlış ve çirkin inşa ettin mi de yaşam öyle oluyor. O halde verili yaşamın bir inşa olduğunu, bir kader olmadığını, değiştirilebilir olduğunu idrak etmek ilk adım olabilir.
İkincisi, soykırım kıskacına alınmış olmanın sorumlusu biziz, yine inşa edilecek iyi, doğru ve güzel yaşamın da inşacısı biziz. Kendimizi her şeyden sorumlu görerek ‘Türkçü’nün üzerinde her türden denemeyi yaptığı nesne pozisyonundan çıkarmamız gerekir.
İnsanın varoluşsal olarak güçlü olduğunu insani tüm felsefeler, dinler ve dahası günümüzün bilimi de söylemektedir. O halde kendimizi güçsüz, edilgen, çaresiz görmemeli, tersine kendimize güvenmeli, yapabileceğimize inanmalı, tarih boyunca hep böyle olmadığımızı, çok daha iyisini yaptığımızı ve yine yapabileceğimizi bilmeliyiz.
Harekete geçmeden, gerektiği kadar mücadele etmeden iyiyi, güzeli, doğruyu istemenin de pek karşılığı yoktur. Söylemde istemek yeterli olsaydı, Kürt analarının istemleri yerine gelir ve sadece Kürdistan değil tüm dünya cennet gibi olurdu. Demek ki salt istem yetmiyor, istem kadar irade ve mücadele de gerekiyor. Var olmak için gerekli olan bu mücadeleyi kimse adımıza yapamaz, ancak biz kendimiz yaparız.
Haydi, Kürt kökenli olduğumuzu kabul ettirdik, şimdi sıra varlığımızı kabul ettirmekte!