İlham Bakır
Bir dağ gibi gülümsüyor, kocaman. Suyu çekilmiş bir nehir gibi acılı bir yandan. “Zilan koyduk adını” diyor. “Neden Zilan koydunuz” diyorum adını. Yerinden kalkıp dolanıyor birkaç adım, yan tarafında duran bastonunu almadan. Yaşı doksanına dayanmış bedeninden beklenmeyen bir çeviklikle yapıyor bunu. Bedeninin çökmüş olmasına, yaşlanmış olmasına sebepmiş gibi bir öfkeyle bakıyor bastona. Tekrar oturuyor kalktığı sandalyeye. “Çünkü Zilan bitmedi, devam ediyor” diyor yüksek sesle. Sonra aynı cümleyi birkaç kere kendi içine akıtarak sessizce tekrar ediyor. “Zilan devam ediyor” diye ekliyor sonra. Zilan’da pek çok akrabamızı kaybettik. Zilan katliamından sonra büyük bir suskunluğa düştük hepimiz. Bizi susturduklarını sandılar.” Sonra “Bizim çocuklarımız” diyor sandalyeden tekrar ayağa kalkarak. Bir dağı tarif eder gibi kocaman açıyor ellerini. Bir dağa dönüşüyor bedeni. Bir dağ gibi dikilip duruyor ayakta bir müddet. Bir uzak dağın doruklarını gösterir gibi uzatıyor parmaklarını. “Onlar orada diye, yeni bir Zilan yaşattılar burada bize. Bu Zilan’dan artakalanlarımızı da sürdüler toprağımızdan yüzlerce kilometre öteye. Tam susacakken tekrar, tam içimize çökecekken bir Zilan, bedenini devasa bir cevaba dönüştürdü. İçimizdeki susmuş bütün çığlıklar bir bomba gibi patladı. İşte o zaman doğdu torunum. Adını Zilan koyduk bu yüzden. Şimdi koparıldığımız toprağımızdan yüzlerce kilometre ötede bir Zilan büyütüyoruz. Yüzlerce Zilan büyüyor şimdi her evde. Ama onlar da durmuyor, bizlere yeni Zilanlar yaşatmaya devam ediyorlar. Ankara’nın orta yerini Zilan’a dönüştürüyorlar. Onlarca canımızın kollarını, bacaklarını topluyoruz can pazarından. Tıpkı Ceylan Önkol’un annesinin çocuğunun bedeninin parçalarını toplayıp eteklerine doldurduğu gibi. Şimdi kaç çocuğun adı Ceylan kondu o coğrafyada kim bilir. Ankara Garı’nda kaybedilen Elif, Ayşe Deniz, Gülbahar, Dilan isimlerinin anısı ve mücadelesi için isimlerinin başka çocuklara konduğu gibi. Yüzlerce çocuğun adının Mazlum, Mahir, Deniz konduğu gibi. “Torunumun yeni doğan kızının adını Sidar koyduk. Sidar’ı Ankara Garı’ndaki Zilan katliamında kaybettik” diyor.
Bedeniyle büyüttüğü dağı yüreğinin içine geri çekip tekrar oturuyor sandalyesine. Gözlerini uzak bir noktaya dikip dalıp gidiyor öylece. Baktığı taraftaki evin duvarında bir barış işareti, onun yanında da acemi bir el tarafından yazılmış “azadi” yazısı var. Kurumuş, yarılmış dudaklarından içeriye bir ırmağı çekerek yutmak ister gibi bakıyor duvardaki yazıya. Başını ağır ağır çevirip bana bakıyor. Sonra gözlerini duvarın diğer tarafındaki yazının üzerinde gezdiriyor. Yazının her bir harfini tek tek gözleriyle okşayıp, kucaklıyor. “Şiyar” diyor. “Torunumun adı. Aslında oğlumun adı.” Tekrar bir dağ doruğunu gösterir gibi elini uzatıyor. Aslında adı Şiyar değil oğlumun. Oraya gidince adını değiştirdi, Şiyar yaptı. Yirmi yedi bahar geçti gidişinin üstünden. O dönmeyince doğan torunuma Şiyar adını verdik, dağlarda uyanan oğlumun anısına. Onun niye gittiğini unutmayalım diye. Halkımız artık devletin onlara verdiği adları değil, kendisinin seçtiği adları alıyor. Şimdi her bir isim bir kitap aslında. Her ismin bir manası var, bir tarihi var. Unutmamamızı engelleyen bir tanıklığı var her ismin. Amerikalı yazar Ray Bradbury’nin aynı adlı romanından François Truffaut tarafından sinemaya uyarlanan Fahrenheit 451 adlı distopik filmin son sahnesi düşüyor aklıma. Bu evin bahçesi, içinde yaşadığımız an, o filmin o son sahnesine dönüşüyor. Kitapların yasaklandığı ve yakıldığı bir dünyada özgür bir bahçe yaratan insanların her birinin bir kitaba dönüştüğünün gösterildiği sahne. Her insan bir kitap bu bahçede. Kim hangi kitabı okumak istiyorsa o insanın yanına gidiyor ve o kişi ona o kitabı ezberinden anlatıyor. Direnenler de onlara tarihlerini unutturmaya çalışan distopik yıkıma karşı çocuklarına verdikleri isimlerle belge oluşturuyor, tarih yazıyor. Bir ütopyanın tarihini.