Birbirine benzer insanların, birbirine benzer yaşamlar içerisinden damıtacağı farklı, özgün, tek ve biricik olan bir hikâyeye rastlamak bazı nadir örnekler dışında neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bir hikâye anlatma biçimi ve popüler bir sanatsal üretim olarak Batı’da üretilen filmlere bakıldığında, insan yaşamının kısırlaşmasına dair faciayı anlamak mümkündür
İlham Bakır
Doğu’nun geleneğinde anlatı, Batı’dakinden oldukça farklı bir zihniyeti yansıtır. Batı kültürü, temsil özelliğini doğrudan temsil edilen nesneye olan gerçekliğe bağlar. Gerçekliğin mükemmel temsili ve perspektif olgusu, bireyin Batı kültüründe merkezi bir figür haline geldiğinin görsel ifadesidir. John Berger bunu ‘Görme Biçimleri’ adlı kitabında ayrıntılarıyla açıklar. Berger’e göre “Batı sanat anlayışında görüntü, bireyin dünyayı nasıl gördüğünün bir kaydıdır ve bu görüntü, bireyin gözünü, görünen nesneler dünyasının ‘merkezi’ yapacak şekilde üretilmektedir. Bir başka deyişle, Batı imge dünyasında perspektif, çerçeve içinde bireyin formüle edilişinden başka bir şey değildir.” Doğu anlatı dünyasında ise anlatma, anlam kurma, öyküleme gözün gördüğüne paralel, perspektifsel, orantılı bir düzleme sahip değildir. Çatışma, karakter gelişimi, kurgu ve akış asimetrik ve amorftur. Anlatı yapılanmasıyla toplumsal kültür arasında yakın bağlar olduğu, özgün anlatı grameri oluşturmak isteyen her toplumun kendi kültürünün anlatı geleneklerine uygun biçimleri yaratma çabasının peşinde koşması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Filmsel anlatılar da diğer anlatılar gibi ‘öykü/olay örgüsü’ ve ‘söylem’ olarak iki ana eksenden oluşur. Öykü, olaylar, kişiler ve çevresel özellikleri kapsarken; söylem, bu öykünün ifade ediliş biçimi olarak tasarlanır. Bir başka deyişle söylem, anlatının dinamiğini, yani, kurmaca dünyanın mantığını oluşturan olay örgüsü, zaman-mekân kullanımı ve bunun yanında ‘aydınlatma’dan çekim ölçeklerine, oyunculuktan müziğe kadar tüm sinematografik tekniklerin kullanılış tarzını da içeren bir yapıyı temsil eder.
Bugün batı medeniyeti diye kodladığımız Avrupa medeniyetinin insan ilişkilerinde yaşadığı sıkışmışlığın, yaşam biçiminin tekdüzeleşmesi, rutinleşmesi, insan eylemlerinin zenginliğinin azalmasına bağlı olarak ortaya çıkan rutin ve birbirine benzeyen yaşam biçimleriyle çok alakalıdır. Kent yaşamında hep değişmeyen, aynı kalan çevre, iş yaşamı denen yerlerde insan bedeninin her gün sürekli aynı hareketleri yapıyor olması, nerdeyse sürprize hiç yer olmayan, her günün öncesinden planlanmış bir şekilde yaşanıyor olması, bu yaşam içerisinde şekillenen insanların anlatacağı hikâyeleri de ortadan kaldırmıştır. Birbirine benzer insanların, birbirine benzer yaşamlar içerisinden damıtacağı farklı, özgün, tek ve biricik olan bir hikâyeye rastlamak bazı nadir örnekler dışında neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bir hikâye anlatma biçimi ve popüler bir sanatsal üretim olarak Batı’da üretilen filmlere bakıldığında, insan yaşamının kısırlaşmasına dair faciayı anlamak mümkündür. “Batı Medeniyet Dairesi” çerçevesinde rutinleşen yaşam tarzı, tek tipleşen, üretim ve tüketim biçimleri; kırdan, doğadan kopan kültürleşme ve şehirleşme insanda hikâye anlatmayı, anı biriktirmeyi çok ciddi erozyona uğratmış, “Batı’da” hikâye özgünlüğünü ve önemli oranda yaratıcılığını yitirmiş, batılı yaşam tarzının içerisinden özgün bir hikâye anlatmanın olanakları oldukça zayıflamıştır. Bu anlamda Batı’da anlatılan hikâyelerin bu kadar birbirinin benzeri olması bu yüzdendir. Bu yüzdendir ki Batı insanı Doğu insanına dair hikâyeleri sever, ilgi gösterir. Batı’nın doğu diye kodladığı yaşam alanlarında her ne kadar Batı’nınkine benzer tektipleşmeler görülse de hala rasyonel ve pragmatist bir sistem kurulamamış olması, Doğu’nun yaşam biçimleri çeşitliliğini ve hikâye anlatımındaki zenginliğini korumasını sağlamıştır. Kentleşmenin de batıdaki gibi cereyan etmemesi, göç edilen kentlerde kır yaşamına benzer dayanışmacı ve ortakçı bir yaşam tarzının inşa edilmeye çalışılması insan hikâyelerinin özgün üretimine zemin sunmuştur. Aynı coğrafi bölgeden, aynı şehirden, aynı köyden kente göçen insanlar şehirlerde aynı yerlere yerleşmektedirler. Kentlerdeki bu gettoların her biri birbirinden farklı kültürel özellikler göstermektedirler. Bu yüzden hala biricik olan hikâyelerin Doğu’da ortaya çıkma ihtimali hala çok fazladır. Bu yüzden Batılı hikâye anlatıcıları bu hikayelere yönelme, filmsel anlatılarını Doğu’nun hikayeleri üzerinden kurmaya dair ciddi bir rağbet gösteriyorlar. Doğulu hikaye anlatıcısı ise bu potansiyelin değerinden habersiz Batı’nın özellikle teknik olarak mükemmelleşmiş hikaye anlatma biçimlerine yönelme eğilimi içerisinde. Son dönem Türkiye ve Kürt sinemasına, hatta edebiyatına bakılırsa teknik olarak yetkinleşen fakat birbirini tekrar eden özgün olmayan, yahut bir hikaye anlatmayan hikayelerin çokça boy gösterdiği görülüyor.