‘1 Eylül Dünya Barış Günü’ yine gözlerimizin içine baka baka, yüreğimizi burkarak geçti gitti…
Günler, mevsimler acılarla, geçip gidiyor. Feryatlar hiç dinmiyor. Bir bölgede bitmeden başka bir yerde başlıyor. Her dönemin sözcük dağarcığında savaş, çatışma,bomba,kurşun, kan ve ölüm eksik olmuyor. Kan ve cana uyaklı sanki bütün mevsimler.
Yarası bir türlü kapanmayan bu dünyada barışın mayası tutmadı bir türlü. Yara daha derine indi…Vicdanlar arasına gerilen habis doku giderek kalınlaştı. Bu kanlı oyunda vatanseverlikle, savaş severliği birbirine karıştıran savaş tacirleri ortalığı kana buluyor durmaksızın.
***
Bireysel psikoloji ekolünün kurucusu Alfred Adler; savaş karşıtı bir yazısında halkın savaşçı bir eğilimle beslendiğinde, propagandalar ile birlikte, özellikle kişilikleri ve yaşantıları ile ilgili sorunlar da yaşıyorlarsa, savaş fanatiği haline gelebildiğini belirtir.
İktidarlar ‘düşman’sız olmaz. Her dönem en az bir ‘düşman’ gereklidir ki iç politikada sıkıştığında bu argüman devreye sokulur ve dikkatleri başka yönlere çekilir.
Savaşların bir nedenin de liderlerin kendi güç ve iktidarlarını kitlelere ispat ve pekiştirme amaçlı olduğu ve toplumun yaşamakta olduğu sıkıntılar dolayısıyla ortaya çıkabilecek gerilim ve tepkilerini boşaltmaya yönelik olduğu da artık biliniyor.
Savaş naraları arasında barışın sesi bile duyulmuyor. Barış, bazıları için bir ütopya, bazıları için içi boşaltılmış bir kavram olarak algılanır oldu. Dahası şimdilerde ‘Barış’ kavramını kullananlar hain ilan ediliyor. İktidarın amigoluğunu yapan medyanın da savaş kışkırtıcılığı hız kesmeden devam ediyor.
Savaş ekonomisi daha çok yokluk, yoksulluk demek. Toplum bu gerçeğin de farkında değil.Çünkü “Savaşta önce gerçekler ölür.”
“Savaş; onun ne olduğunu bile bilmeyenlerin ve hiçbir zaman ateş altında bulunmamış olanların çıkardıkları veya sebep oldukları bir olgudur. Savaşın ahlakla ilgili kısmı onu yapan ve yaşayanlarla değil, sebep olanlarla alakalıdır” der George S. Patton.
***
Savaş denince Ravel’in “Sol El Konçertosu” adlı eserinin bestelenme sebebinin öyküsü aklıma gelir hep:
Dünyaca ünlü besteci Ravel, Birinci Dünya Savaşı’nda askerdir. Boyunun kısalığından dolayı ona cephe gerisinde bir kamyon şoförlüğü görevi verilmiştir. Kamyonla cepheye top mermisi taşımaktadır. O cephede Fransızların karşısında Avusturyalılar var. Tanınmış Avusturyalı piyanist Paul Wittgenstein de bu cephede çarpışıyor. Piyanist Fransız cephesinden atılan bir top mermisiyle yaralanır ve sağ kolunu yitirir. Tek kollu kalan piyanist artık piyano çalamayacaktır. Ravel bu olayı duyunca çok üzülür. Çünkü düşman denilen bir ordu içindeki o piyanisti tanıyor. Belki o piyanisti yaralayan top mermisini Ravel taşımamıştı kamyonuyla ama kendisini öyle suçlar ve acı duyar ki bu üzüntüyle ünlü “Sol El Konçertosu”nu besteler ve o piyaniste adar. Eser sadece sol elle çalınabilecek bir tarzdadır. Bu eser baştan sona bir engellenmişlik, bir sakatlanmışlık, bir yaralanmışlık damgasını taşır. Eser yıllar sonra o piyanist tarafından yorumlanır (Eseri dinlemek isteyenler için: https://www.youtube.com/watch?v=Yfe3W7Y8eZA
***
Savaş ölmek ve öldürmenin adıysa barış da yaşamak ve yaşatmanın adıdır. Bu yüzden barış istemek ve bunu seslendirmek herkesin görevi olmalıdır.
Ölümü değil yaşamı savunmak, savaşa karşı barışı savunmak bir hak olmanın ötesinde bir insanlık görevidir. İnsanlığın bize bıraktığı en büyük miraslarından ve değerlerinden biri de savaşlara karşı barışı savunmaktır. Yani savaşa karşı olmak bir insanlık sorunudur.
Şiire sığınarak bitirelim bu yazıyı:
“İnsan soyunun o ebedi utancı / Savaşı emziren bütün damarlar tıkansın de ki / Kutsal kılınsın o büyük hak: Yaşamak / Yoksa umutlar bir sayrılıktır / Zeytin dalı bir masaldır yoksa / Barışa çarpmıyorsa yüreğimiz / Payımıza düşen utançtır, ağulu bir bıçaktır / Sular da temizleyemez / Bizim de suçludur, kirlidir ellerimiz.”