“Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir, fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı.” Elie Wiesel
Sorgulamayı, hesaplaşmayı bilmeyen bir toplum yapımız var. (Bu yapıda olmayanları tenzih ederek söylüyorum tabii.) Sormayan, sorgulamayan, itiraz etmeyen böyle bir yapı da haliyle bir biat ve itaat kültürü oluşturur geleneğinde.
İtiraz etmek böyle bir toplum bünyesine uymadığı için ‘aykırı’ olursunuz. Belli ezberlerle doğru diye kabul edilmiş olana, alışılmışa uygun olmayan bu farklılık kabul görmez genelde, dışlanır, yaftalanır, yetmedi ötekileştirilip cezalandırılır.
Otorite, saltanatını yürütmek için topluma bir anlamda biat etmek aşısı uygulanır. Bu aşı daha küçükken yapılmış bir aşıdır. Çünkü bir otoritenin isteklerine boyun eğmek yani itaat etmek daha çocuklukta başlayan bir olgu. Önce ailede başlayan bu süreç sonra okulda devam eder…
Bir küçük örnek, birçoğumuz hatırlar. Şimdi de var mıdır bilemiyorum. Eskiden ilkokuldan başlayan lisede de devam eden bir yöntem vardı. Hani her sınıfta öğrencilerden seçilmiş bir sınıf başkanı olurdu. Sınıf başkanı ya sınıf öğretmeni tarafından seni başkan yaptım ya da bazen ‘demokratik’ bir yöntemle oylamayla seçilirdi ama adaylar daha çok yine öğretmen tarafından belirlenirdi. Bu öğrenci ya çalışkan biri ya da arkadaşlarına göre bir iki yaş büyük biri olurdu. Sınıf başkanının görevi boş derslerde ya da ders zili çaldıktan sonra öğretmen sınıfa girinceye kadar sınıfın huzurunu sağlamaktı. Sınıfın huzurlu olmasının kıstası gürültü yapmamak, sınıfta gezinmemek, ayakta durmamak, yanındakiyle bile konuşmamak yani put gibi durup öğretmeni beklemekti. Sınıf başkanı kara tahtanın başında tahtaya tebeşirle ‘konuşanlar’ diye yazar ve altını çizerdi. Sonra da konuşanların bir bir ismini yazardı. Konuşanlar konuşmaya devam ettikçe de isminin karşısına çarpı işaretleri eklenirdi. Sonrası hocanın anlayışına ve insafına kalırdı…
Uzatmayayım… Şimdilerde ritüeller ve argümanlar değişse de eskiden beri böyle bu durum… Çocuk çok konuşmaz, çok soru sormaz. Dinler ve dikte edilenleri uygulamakla mükelleftir ancak. Uslu olmak tanımının makbuliyeti da bu tanıma tekabül eder. Düzen için makbul vatandaş tanımı da bu güzergahtan geçer. Çünkü iktidarlar da gücünü bu ‘makbul’lerden alır. Ailenin ya da okulun bu çok sıradan, masum gibi görünen baskı unsurları bir süre sonra devletin baskıcı aygıtlarına bırakır yerini.
Belli ideolojik şablonlarla oluşturulmuş, düşünmeyen, sormayan ve sorgulamayan bir eğitim ve toplum yapısından ancak her şeyi bildiğini zanneden ve tek doğrunun kendinde olduğunu düşünen, başkaca düşünenleri ‘hain’ diye yaftalayıp düşman gören, nefret eden bir yapı oluşur.
Oysa özgürlükçü ve çoğunluklu demokrasilerde farklılık ve çeşitlilik bizzat demokrasinin kaynağı olarak görülür ve değerlendirilir.
Yanlışa sessiz kalmak olan bitene ortak olmak anlamına gelir. Hakkın, hukukun ve demokrasinin gerçekleşmesi ve geliştirilmesi için itiraz kültürünün yerleşmesi gerekiyor. Yeri geldiğinde özgür irademizle ‘hayır’ diyebilmek bizi insan kılan değerlerdendir.
Yoksa kendisi gibi olmayanı hain ve terörist sayan böyle bir noktaya gelinir.
Demokrasi yanlısı güçler bu durumu ciddiye alıp savsaklamamalı, bunu durdurmanın yolunu bir şekilde bulmalıdır. Yoksa körü körüne biat ve itaat muktedirlerin otoritesini pekiştirecek, baskı, zulüm ve bezirgan saltanatı devam edecektir.
“Hayır” demeyi bilmeyi bir başka yazıya bırakmak üzere ‘hayır’lı günler dileyelim.