Son günlerde CHP ve HDP tarafından Kürt meselesiyle ilgili karşılıklı olumlu mesaj ve söylemler haliyle umutlandırıyor insanı. Baştan söylemek gerekir ki, demokrasi, adalet ve barış için, geleceğin kazanılması adına; böyle bir iklimin oluşması ve geliştirilmesi yönünde başta siyaset olmak üzere her kesimden kurum ve kuruluşlara görev düşüyor.
Türkiye’nin kronikleşmiş bu başat sorununun çözümüyle ilgili sayısız handikap duruyor önümüzde. Bu yazıda bunların en başta aşılması ve oluşması gerektiğine inandığım karşılıklı ‘güven’ konusunu konuşmak istedim.
*
Bilimsellik doğruların açık olarak ifade edilmesini, belli kalıp ve şablonlara sıkışıp kalmamayı, gerçekleri göz ardı etmemeyi gerektirir. Bize düşen de bu gerçekleri kabullenmektir. Aksi dogmatik düşünceye ve tavra hapseder bizi. Dogmatik tavır, kişinin kendi doğruları dışına çıkamaması, tartışmanın bilimsellikten uzaklaşması ve kahve sohbetine dönmesi demektir. Kişi bir gerçek karşısında kendi görüşlerini, tercihlerini, kabullerini terk etmeye hazır değilse, orada bilimsellikten söz edilemez.
Hırçın ve şiddet yüklü bir toplum yapımız var. Barış adına uygun bir iklim oluştuğunda bile toplasanız birkaç cümleyi geçmeyen hamasi ezberler, komplo teorileri ve alabildiğine hoyrat bir düşmanlık dili oluşturuluyor.
‘Toplum, güven üstüne inşa edilir’ der Voltaire… Güvene dayalı ilişkiler kurmak, kendine ve başkalarına inanmak, ondan emin olmak ve bunu işbirliğine dönüştürmektir.
Her seferinde oluşmuş bir imkanı bir anda nefret ve küfürle yırtıp atabiliyoruz. Hiddetle, şiddetle, köpürmekle gerçeklerden kaçılmıyor. Yeni tanımlamalara ihtiyaç oluyor ama algımız ve ezberlerimiz çoğu kez buna izin vermiyor.
Güven vermek, güvenilir olmak ve karşısındakine güven duymak anlaşmanın ve çözümün temel anahtarlarındandır.
Kamplaştırılmış, kutuplaştırılmış toplum yapılarında güven duygusu oluşturmak elbette kolay değildir. Emek ve zaman gerektirir. Tarafların samimiyetle karşılıklı çabasını gerektirir.
“Biz kendimize bile dürüst değilken başkasına nasıl sağlıklı bir ayna görevi yapabiliriz? Aynı şekilde, karşımızdaki aynalardan kaçı kendine dürüst davranıp bize sağlıklı bir fotoğraf sunuyor’’ diyor Gassan Satar. Niyet önemlidir ama daha da önemlisi niyet sözcüğünün önüne ‘iyi’ sıfatının eklenebilmesidir.
*
Aslolan güven vermek ve duyulacak güvenin boşa çıkarılmaması, açıklık ve şeffaflığın yaratıcı enerjisiyle engelleri aşıp bunu bir güce dönüştürebilmektir. Güveni sağlamlaştıran yegane şey de bunun iki taraflı olmasıdır.
Yanlış bir ilişkiden doğru bir yaşantı beklenemez. Bu noktada kullanılacak dil de son derece önemli ve etkilidir. Anlaşma ve uzlaşmanın sırrı, ortak aklı bilince çıkarıp aynı dili konuşmaktan geçiyor. Ortak dili yakalarsanız, uzun ve sağlıklı bir ilişki sürdürebilirsiniz Walton’un deyişiyle, “Güzel sözler güzel yankılar meydana getirir.’’
Birileri her ne kadar barıştan, sağduyudan bahsediyorsa da kimileri hâlâ savaşın dilini konuşmayı sürdürüyor. Vatanseverlikle, savaş severliği birbirine karıştıran savaş tacirleri ortalığı karıştırmanın peşinde. Uyanık olmak gerekir… Çatışma yaşayan toplumlarda en başta toplumsal gerilimleri azaltmak, uzlaşma ve karşılıklı güveni sağlamak gerekir.
*
Farklılıkları bir tehdit olarak değil, bir zenginlik olarak kabullenmek uzlaşma kültürünün olmazsa olmazıdır. Bu konuda medyanın rolü büyüktür. Halihazırda her türden medyanın çatışmacı dili ve söylemi anlaşma ve çözümün önündeki en büyük engeldir. Sorunun tüm taraflarına ilişkin doğru, nesnel bilgi ve haber üretmek medyanın ahlaki zorunluluğudur. Dürüst ve vicdanlı bir dil kullanmak yerine çıkarcı ve saldırgan bir dille konuşmak daha kolay geliyor onlara…
Hangi alanda olursa olsun, soruna yaklaşımın ve onu çözmenin ilk adımı anlaşma dilini oluşturmaktır. O yüzden taraflar olarak en az yöntem kadar bunun dilini doğru belirlemek çok önemli. Yoksa daha en başında çözümün değil, sorunun bir parçası haline geliriz.
Ve Cemil Meriç’in sözünü unutmayalım: “Bir avuç yanlış sözcük, kıtaları bile birbirinden ayırır.”