“Bütün eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş narası ve insan soyunun büyük düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği yönünde hararetli bir çağrı niteliği taşıyor.”
Ernesto Che Guevera*
Kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyümek, genişlemek, yayılmak, derinleşmek bir ‘tercih sorunu’ değil, zorunluluktur… Sistemin mantığında içerilmiş bir temel eğilimdir. Başka türlü söylersek, büyüme veya yok olma ikilemi söz konusudur. Büyüme-yayılma-genişleme de iki türlü gerçekleşiyor. Birincisi yatay genişleme-yayılmadır. Bu, daha önce kapitalizme yabancı bölgelere, alanlara doğru yayılmadır. Kapitalizm her seferinde kapitalizm öncesi (précapitaliste) alanları bir tsunami gibi kaplıyor… İkincisi de kapitalist alanda derinleşiyor… Mesela bir zamanlar aile içinde gerçekleşen üretim etkinliğinin kapitalist etkinliğe dönüşmesi gibi… Bugün tarhana, bulgur, salça, erişte, makarna, vb. artık pazardan alınıyor ve bu eğilim hızlanarak yol alıyor… Önümüzdeki dönemde artık evlerde yemek yapmak kural olmaktan çıkacak… Bunun anlamı insan yaşamının her veçhesinin metalaşması, paralılaşması, meta kategorisine indirgenmesi, soysuzlaşmasıdır.. Bu kepazeliğin bir de ilerleme, modernleşme, kalkınma sayılması rahatsız edicidir…Zira, meta kategorisine indirgenen her şey soysuzlaşır ve çürür…
Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı var olabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek durumundadır. Yayılma ve genişleme eğilimi sisteme içkin bir özelliktir. Bu niteliğinden ötürü kolonyalizm (sömürgecilik) ve emperyalizm de kapitalizme içkindir, dolayısıyla da kapitalizm varsa emperyalizm de vardır.
Elbette kapitalist saldırının derinleştiği dönemler söz konusudur ama bu sadece ilişkilerin yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden de emperyalizm kapitalizmin bir aşaması değildir. Kapitalist üretim tarzı kendini sürekli olarak yeniliyor ve her aşamada sömürü ilişkileri (özü aynı kalmak koşuluyla) değişime uğruyor, kapitalist egemen sınıfla ezilen- sömürülen sınıflar arasındaki ilişki, aynı şekilde kapitalist dünya sisteminin çevresiyle merkezi arasındaki ilişki biçim değiştiriyor, üretim tekniklerindeki her yenilik, işçi sınıfının yapısını-konumunu ve sermaye sınıfıyla ilişkisini, mücadele yöntem ve araçlarını yeniden biçimlendiriyor.
Ama bütün bu değişiklikler sistemin özünü ve mantığını angaje etmiyor. Bu yüzden artık emperyalizm döneminin geride kaldığı, onun yerini imparatorluğun aldığı biçimindeki değerlendirmeler hem gerçek duruma denk düşmüyor ve hem de kapitalizmi aşma, ‘başka bir şey yapma’, ‘sınıfsız toplum’ perspektifi bakımından itibar edilmesi gereken yaklaşımlar değildir. Kapitalizmin her alt-evresinin özgünlüğünü kavramak son derece önemlidir ama onu yeni ve orijinal bir şeymiş gibi sunmak, sınıf mücadelesinin başarısı, kapitalizmi aşma perspektifi bakımından itibar edilebilir değildir… Tekellerin ortaya çıktığı döneme ve sadece o döneme emperyalizm denilirse, onu önceleyen sayısız saldırı ve yıkımlara da bir ad takmak gerecektir. Oysa yayılmacılık kapitalizmde içerilmiş bir temel eğilimdir. Aynı şekilde kapitalizmin son dönemini tanımlamak için ‘emperyalizmin en yüksek aşaması’ ya da onun yerine ‘küreselleşmenin’ kullanılması gibi… Elbette bir kavram yaygın kullanıma ulaştığında sizin de o kavramı kullanmanız gerekebilir ama her seferinde kavrama yüklediğiniz anlamı gözden uzak tutmamak kaydıyla…
Sistem büyümeden varlığını sürdüremiyor. Büyümek de her seferinde daha çok ‘doğal kaynağa’ el koymak, daha çok işçiyi sömürmekle mümkündür. Fakat hatırda tutulması gereken bir şey var: Kapitalizmin her ileri aşamasında üretim tekniklerini (teknolojilerini densin) geliştirme, mükemmelleştirme zorunluğunu vardır. Bu niteliği itibariyle de kapitalizm ‘teknikçi’ bir üretim tarzıdır… Zira, kapitalistler, kapitalist işletmeler vahşi-yıkıcı bir rekabet ortamında faaliyet gösteriyorlar… Yarışta kalmanın yolu, her seferinde toplam artı değerden daha çok, daha büyük pay kapmakla mümkün… Bunun için de sermayesini büyütmek, bu amaçla da en yeni, en ileri tekniklere sahip olmak zorundadır… Daha çok üretim de daha büyük ‘pazarları’ varsayar… İşte tarihsel olarak kolonyalizn, daha sonra emperyalizm denilen, yeni kaynaklara, yeni pazarlara ulaşma gereğinin dayattığı bir şeydir…Dolayısıyla kolonyalizmle (sömürgecilik) emperyalizm arasında önemli bir fark, Çin Duvarı yoktur…
Neoliberalizm çağında küreselleşme denilen de aslında emperyalizm dememek için uydurulmuş bir kavramdı… Sorunun özünü angaje eden bir şey değil… Kapitalist yayılmanın- genişlemenin aldığı yeni biçim…
Kapitalizm varlığını kolonyalist-emperyalist yayılmaya, genişlemeye borçludur. Kapitalist dünya sistemi pramide benzer. Hiyerarşik bir yapılanma söz konusudur. Pramidin tepesindeki kapitalist-emperyalist devlet hegemomik konumdadır. Sistemin işleyişine yön verir. İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde hegemonik güç İngiltere idi. 1910’lu yıllarda itibaren İngiliz hegemonyası aşınma sürecine girdi ve iki emperyalistler arası savaşın sonunda hegemonya Atlantik’in öteki yakasına ABD’ye geçti… ABD kapitalizmin tarihinde en büyük hegemonik güçtü… İkinci emperyalist savaşın sonunda ABD bir başına dünya sanayi üretiminin %50’den fazlasını sağlıyordu…
Emperyalizm savaşsız yapamadığı gibi, hegemonya da düşmansız yapamaz… Eğer düşman yoksa yaratılır… II. emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında düşman Sovyetler Birliği idi… Aslında Sovyet saldırganlığı diye bir şey yoktu… 1945 sonrasında Roosevelt’le Stalin nüfuz bölgeleri konusunda anlaşmaya varmışlardı. Sovyet bloku dışında kalan bölgeler (Hür Dünya deniyordu…) ABD’nin nüfuz bölgeleri, Doğu Avrupa da Sovyetler Birliği’nin nüfuz bölgesi olacaktı. Fakat ABD hegemonyasının ‘düşman ihtiyacı’, “kızıl tehlikeyi” ve soğuk savaşı gerektiriyordu…
1980’lerin sonunda Sovyet sistem çökünce ABD düşmansız kaldı… Kara kara düşünmeye başladılar ve sonunda bir düşman keşfetmeyi-yaratmayı başardılar: İslâmî Terör… İslâmî Terörün yaratılması uzun sürmedi. İstihbarat örgütleri, başta ABD olmak üzere emperyalist devletler dinci unsurları eğittiler, silahlandırdılar, finanse etiler, sahaya sürdüler… Fakat bu iş tam bir yalan makinası olan büyük medyanın dahli olmadan kotarılamazdı… Ve medya gereğini yaptı… Büyük medya yalan üretme ve yayma konusunda kusur etmedi… Afganistan’dan başlayarak Orta-Doğu’da çökertilmemiş devlet bırakmadılar… Tabii düşman üretmenin başka yolları da vardı: Kitle imha silahlarına sahip olmak gibi… Irak’ın medya yalanlarıyla nasıl utanmazca, alçakça çökertildiği ilgili herkesin malumudur…
1970’lerin ortasından itibaren ABD hegemonyası aşınma sürecine girdi… Şimdilerde sanayi üretimi dünya GSYH’sinin %20’ler düzeyine geriledi… Bu arada Çin önemli bir çıkış yaptı… Artık yeni düşman Çin… Çin’i şeytanlaştırmak için arayışlar, çabalar sürüyor… Sözde ‘bağımsız’, ‘tarafsız’ düşünce kuruluşlarına ‘gerekçe üretme’, ‘düşmanlaştırma’ siparişi’ yapılıyor… Oralarda peydahlanan yalanlar büyük medya tarafından yayılıyor ve ortalama ‘inanç’ haline getiriliyor… insanlar yalana inandırılıyor… Şimdilerde Çin’in Uygurlar’a ‘soykırım’ uyguladığına dair kirli bir kampanya başlatılmış durumda. Lakin, yalanların neden, nerede, nasıl üretildiği, nasıl yayıldığı pek merak konusu yapılmıyor… Koro hainde ‘soykırım’ dillendiriliyor… Kaç kişi orada gerçekten ne olup-bittiğini biliyor? Kaç kişi Saddam Hüseyin’in ‘kitle imha silahına’ sahip olmadığını biliyordu?
Uygurlara soykırım iddiası ‘rejim değiştirmenin’ gerekçesi olmak dışında bir inandırıcılığa sahip değil. Bütünüyle uydurulmuş yalanlara, sahte beyanlara, sözde ‘bağımsız’, ‘tarafsız’ akademik kurumların, “düşünce kuruluşu’ denilenlerin yalanlarına dayanıyor. Aslında o çok prestijli ‘düşünce kuruluşlarının’ ‘çok bilgili, çok yetenekli adamların-kadınlarının’ kimin için düşündüğü pek sorun edilmiyor…Neden edilmediği de bir sır değil… Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin gerçekten Özerk Uygur bölgesinde yaşayan insanların kaderiyle samimiyetle ilgilendiklerine, ilginenebileceklerine inanıyor musunuz? Asıl soykırımcılar, Çin’i soykırım yapmakla suçlayan ABD, Hollanda ve diğerleri… Amaç Çin ile yeni bir ‘soğuk savaş’ başlatmak…Tabii büyük medya da üzerine düşeni yapmakta kusur etmiyor, etmeyecektir…Lakin unutulmaması gereken bir şey var: Çin bir Afganistan, Irak, Suriye, Libya değil… Her söylenene, her duyduğumuza inanmak zorunda mıyız? Yazık ki, bu sanki “yalana doymayanların dünyası…”
• Tricontinentale, 1967