Erol Katırcıoğlu
Geçen hafta, Peru’da 1990’larda başlayan bir iktidar-mafya ilişkisi üzerine yazmıştım. Tabii ki yazmamdaki maksat hikayenin en azından bazı yerlerinin Sedat Peker’in açıklamalarıyla ortaya çıkan siyasi çalkantıyla benzerlikler taşıdığına vurgu yapmaktı. Söylememe gerek yok, her olay, başka olaylarla benzerlikler taşısa da kendine özgü koşullara sahiptir. O nedenle bu özel koşullar unutulmadan hikayeler arasında bazı paralellikler, bazı kalın çizgiler bulunabilir mi, bulunabilirse bu çizgiler yapılacak analizlere katkı sağlar mı gibi sorular bence anlamlı sorulardır. Nitekim baktığımızda bizim hikayemizle Peru’nun hikayesi arasında bu türden benzerlikler de az değil.
Her şeyden önce Peru’da da olduğu gibi Türkiye’de de “tek adam” rejimi var. Bu bir. İkincisi, her bir tek adamın hakim olduğu rejimlerde “yolsuzluklar” da kaçınılmazdır. Nitekim Peru’da bir televizyon kanalının yayınladığı kasetlerle ortalığa dökülen yolsuzluklar bizde de bir suç örgütünün lideri olan Sedat Peker’in haftada iki defa yayınladığı videolarla açığa çıkmakta. Üçüncüsü; Güney Amerika’nın siyasi iklimi içinde tahmin edebileceğiniz gibi bu yolsuzluk ve rüşvetler, uyuşturucu trafiğini yönetmekte kullanılan olgular iken bizim siyasi iklimimizde de uyuşturucu trafiğinin benzer bir biçimde yolsuzluk ve rüşvet olaylarının gelişmesinde önemli bir role sahip olduğu anlaşılıyor. Dördüncüsü de Peru Başkanı Alberto Fujimori’nin yardımcısı, eski Peru’nun MİT’i olan SIN’anın başından gelen Vladimir Montesinos’unun gücünün Fujimori’nin gücünü aştığı söylenirken, bizde de Süleyman Soylu’nun siyasi olarak çok güçlendiği, kimilerine göre Erdoğan sonrasında iktidara gelebilecek en önemli kişi olduğu söylenmekte.
Dedim ya! Bu benzerliklere rağmen bazı farklılıklar da var ve bence en önemli farklılıklardan biri Peru’da rüşvet kasetlerinin medyada gösterilmesi yasaklandığında sivil toplum örgütleri bütün meydanlara televizyonlar yerleştirerek bu konunun toplum tarafından duyulmasını sağlamak gibi bir çaba içine girmişken, bizde maalesef henüz bu konuda sivil toplumun önemli bir dahli yok.
Ama bu çerçevede bence en önemli konu, henüz yeterli bilgiye sahip olmadığımızdan bir farklılık mı yoksa burada da bir benzerlik mi var diye bilmediğimiz bir mesele. O da şu: Peru’da ortalığa dökülen rüşvet kasetleri büyük bir olasılıkla (Ki o dönemde medyada altı çok çizilmişti) Amerika’nın CİA’si tarafından sağlanmıştı. Bizim hikayemizde ise henüz bu konuda bir bilgi yok. Yani Sedat Peker’in yayınlayacağı yeni kasetlerin kaynağı kimdir? Peru’daki gibi Amerika’nın ya da bir başka devletin gizli servisleri mi bu bilgileri sızdırmaktadır.
Doğrusu bu soruların cevaplarını bilmiyoruz. Ama, yukarıda da ifade ettiğim gibi, olaylar arasındaki benzerliklerin ve paralelliklerin varlığı, olaylar arasında ilişki kurarak analizlerde kullanmayı sağlayan oldukça faydalı bir yöntemdir. Bu çerçeveden baktığımızda, yazının başında altını çizdiğim dört paralelliğin, dört benzerliğin varlığı, Peker olayının arkasında Peru’da olduğu gibi Türkiye’de de yabancı gizli servislerinin olma olasılığının beşinci benzerlik olarak sayılması gerektiğini söylüyor.
Peru’da rejim değişti. Bakalım bizde ne olacak?