Bugün dünyanın özellikle gelişmekte olan ya da az gelişmiş sayılan ülkelerinde, siyaset kurumunun ekonomi, pandemi ve iklim krizi gibi sorunlarla baş edememesi, bu ülke yurttaşlarının başka ülkelere göç etmelerine neden oluyor. Bu başka ülkeler tabii ki bu sorunlar konusunda daha donanımlı olan Batı ülkeleri.
Uluslararası göç istatistiklerine göre dünyada 2000 yılında 150 milyon olan göçmen sayısı 2020’de 272 milyon kişiye çıkmış, yani 20 yılda 120 milyondan fazla yeni göçmen kendilerine daha güvenli topraklar aramak için yollara düşmüş. Tabii ki batıya doğru.
Sözkonusu bu göç hareketleri ulus devletin surlarını dövdükçe, bir yandan bu sorunların ancak uluslararası bir çerçevede çözülebilecek sorunlar olması nedeniyle ulus devlete olan ihtiyacı daraltırken, diğer yandan da zaman içinde yıpranmış olsa da toprakları koruyan özelliği nedeniyle ulus devlete bir tür geri dönüşü teşvik etmekte. Sonuçta bu iki tersine gelişen süreç her ulus devlet özelinde bir değişim motorunu ateşliyor.
Bu süreçlerden ilki uluslararası çözüm yaklaşımlarını teşvik ettiği için küreselleşmeyi hızlandırırken, diğeri ise göç alan ülkelerin vatandaşlarının kendi topraklarının ellerinden gidebileceği kaygısını tetiklediği için milliyetçiliğe ve yerelliğe prim veriyor. Çünkü açıktır ki Batı ülkelerine doğru yol alan insanlar kendilerine bir yurt ararlarken, batı ülkelerinde yaşayan insanlar da kendi yurtlarını bir gün bu insanlara kaybedebilecekleri korkusunu yaşamaktalar.
Özellikle Trump’ın ABD’de iktidara gelmesiyle başlayan, İngiltere’de Brexit’le, Avrupa’da ve Güney Amerika’da ve bu arada Türkiye’de de “popülist” liderler döneminin yükselmesinin arka planında bu gelişmeler var.
Türkiye’yi konuşacak olursak, göç meselesi bilindiği gibi ilk Suriye savaşıyla başladı. Tabii bu savaştan önce göçler olmuyor değildi. Aksine Türkiye hemen her dönemde, biraz da Batı’ya doğru açılan bir köprü olması nedeniyle göçlere hep maruz kalmıştı. Ama Suriye iç savaşının başlamasıyla bugün itibariyle 5 milyona yaklaşmış bir göçmen varlığı da hiç olmamıştı. Tabii hiç kimsenin iç savaş koşullarında ülkemize sığınmak isteyenleri reddetmesi düşünülemezdi ve öyle de oldu. Tıpkı daha önce Saddam zulmünden kaçan Kürtlere nasıl kapılar açıldıysa onlara da kapılar açıldı.
Fakat bugünlerde işler öyle değil. Ülkede, özellikle Afgan meselesine de burnunu sokmuş olduğumuzdan dolayı bir Afganlı göçü de söz konusu. Dolayısıyla Türkiye’ye göç etmiş insanların sayısı her geçen gün daha da artmakta. Yukarıda da değindiğim gibi göç mekaniği devreye girmiş ve ülkedeki siyaseti ve toplumsal hayatı tehdit eder hale gelmiş durumdadır. Gelenler kendilerine yeni bir iş ve yeni bir toprak ararken, Türkiyeliler de işlerini ve topraklarını kaybetme korkusu yaşamaktalar. Öyle ki, geçenlerde Ankara’da olanlar tam bir pogrom, yani bir tür yabancı katliamına dönme potansiyeli gösterdi. Zaten Kürt sorunu gibi çözülmemiş bir iç sorun yaşanırken bir de bu türden, göç kaynaklı bir sorun da çözümleri zorlaştırmakta.
Böyle bir ülkede gerçek anlamda demokratik bir siyaset bu konuya nasıl bakmalı? Yazının sınırlarına geldiğim için uzun yazamayacağım ama gerçek bir demokrat siyaset bir taraftan sorunun uluslararası niteliğini öne çıkararak dünya ölçeğinde yeni bir göçmen düzenlemesi çağrısında bulunurken, içerde de milliyetçiliğe prim vermeden göçmenlere her türlü yardımı yapmayı hedefleyen bir politika izlemelidir.