Zamanıdır diye yazıyorum. Meclis açılıyor. Erken seçim tartışmaları, pandemi ve tabii ki ekonomi konuları önümüzdeki dönemin en önemli konuları olacak. O nedenle de ben de özellikle ekonomi konusunda eteğimdeki taşları dökmek babından burada bir şeylerin altını çizmek istiyorum.
Neoliberal iktisat politikalarını genel geçer politikalarmış gibi dünyaya salık veren aklın atladığı en önemli konulardan biri, özellikle farklı derecelerde de olsa geri kalmış, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere bu politikaların oralarda da geçerli hale gelmesinin gerekliliğini vaaz etmiş olmasıydı. Denebilir ki bu bir “atlama” ya da bir “unutkanlık” değildi. Bu bir tür bu ülkelerin sistemlerini kendi ekonomik etki alanlarına bağlama ve o nedenle de “emperyalist bir oyundu”. Olabilir. Böyle de düşünülebilir. Ama burada benim altını çizmek istediğim işin bir başka yönü.
Neoliberal politikalar esas olarak kapitalist üretim tarzının ve sistemlerinin gelişmiş olduğu ülkelerde, bir zamandan beri etkili olan “refah devleti” anlayışına son vererek piyasa aktörlerinin yalnızca ulus devlet sınırları içinde değil, yeryüzü düzeyinde genişleme imkanı bulacağı yeni bir ekonomik anlayışın inşası için önerilmişti. Özünde, “Kapitalizm bir tür kaçınılmazlıktır, o nedenle de ona karşı çıkmak boşuna bir çabadır” diyen 18. Yüzyıl Neoklasik ekonomi anlayışının günümüzde yeniden canlanışı olan Neoliberalizm, 1980’de “Washington Uzlaşması” adı verilen ABD ve G-8 ülkeleri tarafından uygulanmaya başlanmıştı.
Dedim ya, kapitalist üretim tarzının iç dinamikler tarafından biçimlendiği Batılı ülkelerde bu politikaların belirli bir karşılığı olsa da özellikle bu ülkelerin dışında kalan azgelişmiş, geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaya kalkışılması bambaşka sonuçlar üretmiştir. Kapitalizmin Batılı ülkelerdeki versiyonundan tamamen ayrı amorf kurumsallaşmalar ve amorf sosyal ve siyasi yapılar üretmiştir. Bu sonuçların böylesine olumsuzluklar üretmesinin temel nedeni ise bu ülkelerin gelişme süreçlerinde farklı ekonomi, farklı insan malzemesi ve farklı siyasi geçmişler bence belirleyici olmuştur.
Buradan 1980’de bizde de benimsenen bu politikaların ürettiği sonuçlara gelirsek, bu ülkelere benzer biçimde bizdeki sonuçları da olumsuz olmuş ve ekonomi sürekli kriz halinden bir türlü çıkamamıştır. Çare olarak önerilen politikaların sonuç vermemesi ise yukarıda altını çizdiğim gibi bu politikaların bu ülkelerin yapısal farklılıklarını dikkate almayan bir yerden dizayn edilmiş olmasındandır.
Yazımın sınırlarına geldiğim için kısaca ifade etmek gerekirse Türkiye ekonomisinin birçok benzer ülkede olduğu ama birçok Batılı ülkede de olmadığı gibi farklı yapısal sorunları vardır. Bunların başında da “Kalkınma sorunları” adı vermemiz gereken sorunlar gelir.
Kalkınma sorunları ise iki başlıdır. Bunlardan biri; tarım-sanayi arasındadır, diğeri ise ekonominin merkezindeki büyük firmalarla çeperindeki küçük firmalar arasındadır. Türkiye var olduğu günden beri ne tarım ve sanayi arasında olması gereken entegrasyonu sağlayabilmiş ve ne de ekonominin merkezinde her türlü devlet imkanlarını da kullanarak çalışan büyük sermaye şirketlerinin egemenliğine son vererek KOBİ’leri bu güçlü şirketlerden kurtarabilmiştir. Bu nedenle de bu hükümetin de krizle mücadelede ortaya koyduğu ve koyacağı önlemlerin hiçbirinin bu yapı özelliklerini değiştirmeyi sağlayacak önlemler olmayacağı çok açıktır.
Çünkü burası yapısal kalkınma sorunları olan bir yerdir, bunlara dokunmadan bu ekonominin iyileşmesi de mümkün değildir.