Ahmet Güneş
Oynuyorlar. Oynamaktan zevk alıyorlar. Yılların özgüveni, ne satsam alınır kurnazlığı getirdi her şeyi en başa yerleştirdi. Tüm konuşmalarda aynı tirat, binlerce yalan ve unutulacak vaat. Dünya hepimize yetiyor. Hepimize yer buluyor. Ya toprak altında, ya tarihin çöplüğünde ya da gururla anılan kişilerin düşündüklerinde. Öyle ki düşlerin başladığı yere kadar gidiyor. Dünya çok büyük değil, dünya çok küçük çünkü her yer birbirine yakınken uzak kalabiliyor. Tersi de geçerli bir teselli.
Hayatın akışı kıyısını kendi yaratan bir şelale gibi. Yolunu da sızacağı yeri de rota ederek toprağı ve ağaç köklerini kendisiyle sürüklüyor. Yararıyla zararıyla ve kendi dışında müdahalelerle çağıldıyor. İnsan sanki en çok şelalelere benziyor. Su akar, insan yaşar. Amaç vardır da bazen yolun kendisi amaç oluverir. Belki de en önemlisi neden aktığını, niye yola çıktığını unutmamasıdır.
Bilinir ki algılarını yalan tarihe dayayanlar ile masalların efsununa göre yol kat edenlerin savaşı bu yeryüzü. Öyle başladı kıyılar, günümüze kadar geldi sınırlar. O kadar ki tellerin arasında bedenler parçalandı, yumuşacık kumsallara ölü bebekler sürüklendi. Tarihi anlatan hiyerogliflerden vahşetin fotoğraflarına bir devir bu. Öğretilen ve gösterilen her hal birer direktif. Kıstırılmışlığı ve olanları tuzak diye yutturma savaşı. Dünya hep ve her zaman ikiye ayrıldı.
Bıkkınlığın yerleşkesinde korsan çadırlar kurup birbirimize fısıldadığımız iki adımlık yerlerden sesleniyoruz. Kıstırılmak ile gözaltına alınmak arasında yalpalayıp duruyoruz. Canımız çağımıza küskün. Hayallerimiz bize devredilene hüsran. Algı bu, öyle hissettiriyor. Bunu düşünmemiz için elinden geleni ahlakına yükleyip umursamıyorlar. Çünkü gerçekten umursamıyorlar. Gidenin yerini yenisinin alacağından şüphe duymayacak tarihsel inşasıyla meydan okuyorlar.
İkna edici gelecek kaygısı, bunları giderecek vaatleri her alandan sarkıtıyorlar. Öyle ki sıcaktan bunalıp güneşe küstüğünde kestiği ağacın gölgesiyle seni serinletiyor. Çukura sürüklerken uçurumun gölgesini pazarlıyor. Kötülük bu, her şey ve her an mubah. Kötülüğün kaybedeceği bir şey yok, her daim herkes ve her şey alaşağı edilebilir. Devamını üretebilen bu fabrikasyon yüzünden her şey sürdürülebilir.
Birbirine benzeyen iki kulvar arasında, sivil ve sivri duranın ahkamı neyse ki kaybolmuyor. Kıyıya da suyun akmasına da yön verebiliyor. Arabuluculuk değil, yolunu yol haritasına yönlendirme çabası sessiz sedasız bir kaosu arzuluyor. Yol artık yol olmaktan çıkınca veya karşı tarafın yoluyla birleşince durup başka yönde yol açmak gerekir bazen. Sürüklenmek ve akışa yön vermek mütemadiyen ve hatasız olma zoruyla sürüklüyor bizi.
Kulaklar ve beyinler, yüksek gürültüler, suç olmasın diye sessizce denilenler nerede, biz ne kadarız? Hayata ve tarihe soru sormak lazım. Gelen cevaba rest çekip yeni sorular aramak gerekir. Algılara ve anlamlandırmalara yeni kulaklar lazım, yepyeni cevapların itirazları elzem. Aksi durumda geçmeyen günler birbirine benzemekten başka bir akış bulamıyor.
İyidir kaos, güzeldir düşü olmadan yeniden düşünenlerin çığlıkları. Yeni debiler, yosun olmuş güller, köküne küsüp naçar açan çiçekler anımsatır başka yaşamları. Tahayyül nerede biter ve batar ki hükmüne şimdinin adıyla emredilir? Bu yüzdendir ezbere isyan götürecek bizi, ertelemeler ve sandıklar değil. Kötülük ki inandığı her şeyi terk edip inancımıza musallat olacak kadar pervasız. Yok öyle bir dayatma. Olamaz bu cüret.
Bahsetmişken cüretten ve ceberuttan, hatırlayalım mesela. 1999’da ve sonrasında Kürtler yeni doğan çocuklarının ismini Zindan koyuyordu. Yine hatırlayalım; birkaç yıl önce birkaç aile yeni doğan çocuklarının ismini Kürdistan koyuyordu. Kimisi bürokrasiye yenildi, kimisi ısrarından vazgeçmedi. İsmi Kürdistan olan çocuklar büyüyor, ismi Zindan olanlar çocuk sahibi oluyor. İsimler çünkü sömürge halklar için sadece isim değildir. Birer hafıza anıtıdır isimler ve tarihe fırlatılmış salvolardır.
Haftanın kitap önerisi: Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi – İmkansızı İstemek / Çeviren: Yavuz Alogan, İmge Yayınları