Kentin çoğulculuğu, olanakları ve modernitenin yükselen bir değer olmasına karşılık, kırsal alanın zorlukları, tekdüzeliği insanları 1960-80’li yıllar arasında spontane bir biçimde şehirlere doğru itiyordu. Ancak 80’li yıllardan itibaren neoliberal politikaların da teşvikiyle kenti daha da özendirecek uygulamalar geliştirildi. Köyleri kentlere eklemleyecek, sanayinin tüketicileri yapacak çalışmalar yürütüldü. Özellikle yol yapımları, elektriğin köylere gitmesi dönüşümün de hızlanmasına neden oldu. Artık köylüler geleneksel olarak geliştirdikleri kendi metodlar yerine direkt sanayi üretimi ürünleri tüketmeye başladılar. Klasik sarnıçların yerini buzdolabı aldı. Masal ve sohbetlerin yerini ilkin TV ardından bilgisayar ve akıllı telefonlar aldı. Mekan ve zaman farketmeksizin insanlar teknoloji yoluyla uzak diyarlardan birbirine bağlandı. Bağlandı da yanlarındakileri unuttular.
Arazi istimlakları, yol-baraj yapımları nedeniyle tüm Türkiye’de ve güvenlik gerekçesiyle Kürt köylerinin yakılması ve insanların zorunlu göçe tabii tutulması da eklenince özellikle batı bölgelerindeki kentler dolup taşmaya başladı. Doğal güzellikler, tarımsal alanlar rant ve ticaret, sanayi ve turizm gelirlerine heba edildi.
2000’li yıllarla birlikte konut ve ranta dayalı ekonomik sistemin teşvik edilmesiyle kentlerin geleneksel özellikleri de değişti. Tarihsel, kültürel ve sosyal dokuları yok oldu. Mahalle kültürü, dayanışma ve yardımlaşma yerini sitelere, devasa binalara, tekleşmeye ve yabancılaşmaya bıraktı. Ancak istihdam alanları, sanayi, tarım, ticaret, hizmet sektörleri paralel olarak gelişmedi. İnsanlar iş bulabilmek için önerilen en düşük ücrete razı olmalarına rağmen çaresiz ortada kalabiliyorlardı. Özellikle hayata katılabilecek, kendi yaşamı üzerine söz sahibi olabilecek genç kızlar çoğunlukla işsiz kaldı. Şanslı olanlar evde eş bekleyecek, çocuk bakacak biçimde rol model biçiminde sunuldu. Ama yaşam realitesi bir eşin gelirinin yetmediğini gösterdi. Kadın da öyle veya böyle çalışmak zorunda ki, iş bulması da pek kolay değil.
Hele hele şu kriz dönemlerinde ya da pandemi bahanesiyle işten çıkarılan ve neredeyse ekmek bulmakta zorlanan insanlar, devletin yardımına, siyasi partilerin, tarikatların, yardım kuruluşlarının desteğine muhtaç olan insanlar artık iradelerini, yaşam tarzlarnıı de teslim etmek, önlerine sürülen döngüye mahkum olmak zorunda kalıyorlar.
Ayrıca kentin tüketimi mecbur kılan bir karakteri var. Çünkü her şey imal edilmiş, metadır ve parasal değeri vardır, ödenmediği takdirde elde edilemiyor. Bunun ekonomik handikabının yanı sıra doğaya yabancılaşma da oluşuyor. Çünkü devasa binalar, dar sokaklar, otobanlar, arabalar, trenler, otobüsler, parklar, bahçeler her şey ama her şey insan yapımı ve doğa dışlanmış. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de salt ekonomik değil, psikolojik sorunları da büyütmektedir.
Tam da böylesi bir dönemde acaba köy yeniden düşünülemez mi? Hem teknolojinin olanakları sayesinde artık köyde de modernitenin, medeniyetin tüm olanaklarından yararlanmak mümkünken. Köyde online olarak üniversite okumak, bir şirkette çalışmak, istendiğinde hemen seyahat edebilmek, kent ilişkilerini de sürdürmek mümkün artık.
Buna ek olarak köyün avantajları var. Doğaya dönüş, hayvanlar, bitkiler, temiz hava, sakin yaşam ve teknolojiden ırak insandan insana diyalog ve yeni ilişki tarzı da mümkün. Özellikle de teknolojinin olanaklarıyla evleri yeniden dizayn etmek, iklim şartlarına göre seracılık yardımıyla da bağ ve bostan ekimi yapmak, ekmeğe muhtaç olmadan bir yaşam oluşturmak mümkün.
Mesela köy dernekleri var. Bunlar eliyle köye dönüşü özendirilse, köyler yeniden ortaklaşarak yapılandırılsa, kooperatif, ortaklıklar vs yoluyla iş bölümü geliştirilse, bazı işler daha basit ama etkili gerçekleştirilse. Hele hele coğrafyaya dönüş gizli kalan tarihsel, kültürel değerleri de canlandırır ki dil, toplum, değerler ekseninde hayatı yeniden var etmek, hem köyde hem de kentte yaşamı paralel sürdürmek.