Ahmet Güneş
Türkiye’nin gündemi yoğun. Hep yoğun oldu ama bu hırgür olmasa da yine aynı şey oluyor. Kürt sözkonusu ise suskunluk bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor. Cılız sesler yükselir biraz, sonra bildiğimiz değişmeyen gerçek: Acı çeken, katledilen kalıyor birilerinin hafızasında.
2 sene önce, Hakkari’de çoban olan Sertip Şen askerlerce vurulmuş, babası Cemşit şu haklı isyanda bulunmuştu: “Hakkari’de bir çoban vurulmuş, kimin umurunda!” Bu haklı serzeniş kaç kuşaktır bir miras. Miras diyorum çünkü acı ve çekilen acıyı bilmek de miras kalır. Nitekim bu yönden Kürt halkının o kadar, o çeşit mirası var ki, say say bitmez, anımsa anımsa içinden çıkama.
Geçtiğimiz günlerde Hakkari’nin Yüksekova’ya bağlı Aşağı Ölçek (Yêkmala Jorî) köyünde askeri personel taşıyan zırhlı aracın geçişi sırasında bir patlama gerçekleşti. Patlamanın olduğu yere yakın birçok köye baskın düzenlendi. Baskınlarda birçok insan işkence edilerek gözaltına alındı. O köylülerden biri olan Abbas Kırmızıtaş da Köycük (Muşan) köyüne yapılan baskında işkence edilerek gözaltına alındı ve ardından tutuklandı.
Jinnews’e konuşan Kırmızıtaş’ın eşi ve annesi yaşatılan vahşetin tanığı. Oralarda tanık olmanın yaşı yok. Kundaktaki bebek bile hafızasını oluşturana kadar nelere tanık olmaz ki. Konuya dönecek olursak, Kırmızıtaş’ın tutuklanıp cezaevine konulmasına dek gelişen süreçte yaşananları eşi Zehra şöyle anlatıyor: “Sabah saatlerinde geldiler, eşimin koluna kelepçe taktılar. 3 tane silah dayadılar kafasına. 40 askerden fazla kişi toplandı başına. Küçük bebeğim evdeydi. Evi aradılar. Eşimin yanına gitmeyeyim diye kafama silah dayadılar. Oğlum küçük. Uyuyordu, az daha ona basacaklardı. ‘Oğlum orada uyuyor dikkat edin onun ne suçu var’ dedim, bağırmaya başladılar bana. Eşimi o kadar dövmüşlerdi ki ayakları tutmuyordu, sekiyordu. Gözlerini öyle bir hale getirmişlerdi ki görünmüyordu bile. Gözaltına aldığı zaman da görmemize izin vermediler. Askerler eşimi ve beraberinde gözaltına alınan diğer kişiyi operasyona götürdüler. İkisini çıplak bir şekilde götürmüşlerdi.”
Anne Nebahat ise olayı şöyle anlatıyor: “Hepsi kafasına ve sırtına silah dayadılar. Onlara ‘Yapmayın oğlum suçsuz’ dedim, beni oradan kovdular. ‘Oğlumun kafasından silahları çekin nefes alsın’ dedim ama onlar bana inat oğlumu yere yatırıp 3 silah kafasına dayayıp ‘Öldüreceğiz’ dediler. ‘Ya buradan gidersin ya da seni de götürürüz’ dediler. Oğlumu gözümün önünde çıplak hale getirdiler. O şekilde dövüyorlardı. Oğlumu aldıktan sonra bir dağa götürdüler, öğlen saat 11 buçuğa kadar işkence yaptılar. Çıplak bir şekilde operasyona götürdüler. Çocuklarımızı önden gönderiyorlardı, kendileri arkalarından yürüyorlardı. ‘Öldürülürlerse bile onlar ölsün’ diyorlardı.”
Bir annenin evladına yapılan işkenceyi görmesi mi ağır, bir evladın annesinin önünde işkence görmesi mi ağır? Bir başka yerden; Bir kadının eşine yapılan işkenceyi görmesi mi ağır, bir insanın eşinin önünde işkence görmesi mi ağır? Bu soruya bunu yaşayan cevap verebilir ama şu sözü herkes kurabilir ya da hemfikir olabilir: Bir insanı sevdiklerinin önünde küçük düşürmek ve işkence etmek kalleşliktir. Zulüm var, bir de zulme barbarlığını dahil etmek var. O köylerde barbarların işkencesi var. Buna razı gelen, yarın aynı duruma ya düşer ya da düşene tanık olur. Bu tanıklığın yükü ise ömür billah sürer.
Haftanın kitap önerisi: William Saroyan, Aram Derler Adıma / Çeviren: İrma Dolanoğlu ve Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayınları