Beyza Üstün
Bir önceki yazımda sizinle paylaştığım siyasetin yeni-lenebilirliği haftasında malum içi boş paketler yeni planlanmış görünümlü insan hakları eylem planları, ekonomi reformu açıklandı. Ve ardından açıklamalara ters pek çok siyasi olay yaşandı. 2020 Ekim’in den bu yana siyasi iktidarın ısıtıp ısıtıp sunduğu sözler ve ardından yaşananlar yaptıkları ve yapmakta oldukları ile aslında çelişmiyor, siyasetleri stratejilerin sürdürülebilirliği ile devam ediyor.
İlk reform açıklamalarında (2020’de) yatırımcı için özellikle de yabancı yatırımcı için güvenli ortam / güven iklimi oluşturmaktan söz etmişlerdi. Sonra da şirket patronları ile toplantılar alınmıştı. Halklar iftarın stratejilerinde de açıklanan paketlerde de yoktu. Uygulamalar da aynen böyle sürüyor. Tükendikçe, sıkıştıkça (ekonomi, siyasi, sosyal kriz yaşadıkça) stratejilerini parlatıp yeniymiş gibi yeniden sunuyorlar.
Oysa yöntemleri aynı, sistem olarak girdikleri krizleri doğal alanları sermaye birikimine sokarak çözmeye çalışıyorlar. Hızla kıyı alanları, ormanlar, tarım alanları, lojistik projelerle, liman, marina, kıyı dolguları ve yapıları, transit yolları, viyadükleri, köprülerin yapımı için özel izinlerle şirketlere sunuluyor, imara açılıyor. Uzmanlar sadece ormanların 2012-2020 yıllar arasında 334 bin 35 hektar alanın enerji ve maden işletmeleri için gereksiz orman özelliğini yitirdiğini, orman vasfı dışına çıkarıldığını belirtiyor. (Doğanay Tokunay 2020 Türkiye Orman Kongresi)
1/100.000’lik çevre düzeni planlarında değişiklik yapılarak bu politikaları meşru hale sokmaya çalışıyorlar. Bu süreçte siyasi iktidar tek başına yol almıyor. Bu süreçte sermaye projelerinin yürürlüğe sokulmasında toplumsal algıyı yönetenler, destekleyenler de devreye giriyor. Onlar da süreç içinde kendi paylarını alarak doğal alanlardan, doğal varlıklardan nemalanıyor. Bu grupta ismini sponsor olarak duyduğumuz pek çok ulusal ve uluslararası STK’yı, foncu dernekleri, oluşumları, şirketlerin yeşilcilerini görmemiz mümkün.
Kapitalist sistemin yeni sermaye sürecine geçişte en çok uygulanan en “geçerli” yöntem ise olguyu nedeninden koparıp sonuca gelinen duruma ve tek bir olguya indirgeyip analizlerin bunun üzerinden yapılması sorun olarak belirlenen sadece o duruma çözüm üretilmeye çalışılması. Bu yolun sonunda sermayenin çarkları arasında son buluyor hikaye. Bedelini ise yaşamın tümü ödüyor. Üstelik yok olan yaşama rağmen durum toplumsal olarak giderek kanıksanıyor. Doğrudan etkilenmeyenler sessizliğini sürdürüyor. Olaylar uygulamalara razı olanların, itiraz etmeyenlerin, görmezden gelenlerin sömürü yok ediş sürecindeki payı şüphesiz yadırganamaz.
Tüm bunlara karşı ekolojik- politik mücadeleler verenlerin kent ve ekoloji örgütlerinin, meslek örgütlerinin, emek örgütlerinin mücadeleleri ile siyasi iktidarın ve yürütücü olduğu kapitalist sistemin yaşamı, yaşam alanlarını sermaye birikimine sokum planları / projeleri kırılmaya, durdurulmaya çalışılıyor.
Önümüzdeki günlerde kaldıkları yerden özellikle 2001-2008 krizleri ile başlayan ve günümüze doğru şiddetlenen politikaları ile 2020 ekonomi ve siyasi krizin çıkışı olarak yoğunlaşarak gündemimize girmeyi sürdürecek.
*iklim politikaları (karbon ayak izi – yenilebilir enerji politikası)
*suyun metalaştırılması (su ayak izi ve ilgili politikalar ile)
*lojistik ağlarla sermaye alanlarının desteklenmesi.
ABD Başkanı Biden başkanlığında iklim zirvesi yapılacak. Türkiye bu toplantıya Erdoğan ile katılacak. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kuraklık ve İklim Değişikliği Komisyonu kurulacak. Paris İklim Anlaşması’nın Türkiye tarafından imzalanması beklentiler arasında. Türkiye ise anlaşmayı ek-2 listesine alırsa imzalayacak. Yani yükümlülüklerini gelişmekte olan ülkeler stratejisinde kabul edecek.
Varsayalım tüm zirvelere katıldı ve tüm anlaşmaları da imzaladı. Türkiye yanlış mı hatırlıyoruz hep beraber bu ülke 11 Mart 2021’de neredeyse daha dün Fukuşima faciasının yıldönümünde Mersin Nükleer Enerji Santrali’nin 3. reaktörünün temelini Rusya Başkanı Putin ile atmadı mı? İstanbul Sözleşmesi gibi düzenleyici ve ilk imzacı olduğu uluslararası bir sözleşmeden Mersin Nükleer Santral Reaktörü’nün temelini atan Cumhurbaşkanın kararı ile çıkan bir ülkeden söz ediyoruz.
Uluslararası alanda kapitalist sistemin kendini güçlendirilecek ekonomi politik stratejiler üretmesinin üzerine (BM Kyoto Zirvesi kararları, karbon kotaları, Kopenhag iklim kararları, karbon borsası, yeni sermaye alanı yenilebilir kaynak kullanımı projeler) Türkiye’nin siyasi krizinin çözümlemeleri de eklenince durumumuz içler acısı.
Birkaç küçük hatırlatma; Aydın Ovası’nı yaşamı mahveden JES’ler, dereleri sermaye birikimine sokan HES’ler, dağları işgal eden RES’ler, yakında tarım alanlarını işgale başlayacak GES’ler, sermayenin yeni yol haritaları, uluslararası alanın da iklim krizi için çözüm politikaları, hepsi. Bu arada iklim krizinin failleri malum uzaylılar; krizin nedenine değinen ya da krizi yaratanların sanki kapitalist sistemle ilgisi yok.
Önümüzdeki günlerde yaşamı tehdit edecek sermaye projeleri hızla yaşamı gasp etmeyi sürdürecek, yazının girişinde yazdığımız politik projelerle daha yoğun karşılaşacağız. Ya yaşamı koruyacağız ya da… Seçim bizim; ya birlikte mücadele edeceğiz ya da…
Sistemin krizlerinden sistemin yöntemleri ile çözüm üretirsek sistemin çarkında parçalanan yaşamlarda sorumluluğumuz yok mu? Ne dersiniz?
Haftaya görüşmek üzere…