Azad Barış
Ulus-devlet ve onun öncülleri kolonyalizm veya post-kolonyalizmin bir projeksiyonu olan ırkçılık aygıtları hâlâ birçok bakımdan oldukça melez bir olgu olarak önümüzde durmaktadır. Kategorik sınıflandırılması belirgin olmasına rağmen geçmişten günümüze kadar değişimlere uğrayarak varlığını sürdürmüştür ama başlıca karakteristik özelliklerini her zaman muhafaza edebilmiştir. Ve bu anlamda ortaya çıktığı yer veya ait olduğu dünyevi saikler ne kadar farklı olurlarsa olsunlar neredeyse homojen bir yapıya sahiptir. Örneğin ırkçılığın modern tipi olan kafatasçılık hemen hemen aynı milliyetçi endüstriyel mekanizmadan çıkmıştır. Başka bir ifadeyle Neo-Naziler ile ülkücüler arasında türdeşlik ve benzerlik diğer ırkçı akımlarla aynı olgusal niteliklere sahiptir.
Irkçılık kavramına baktığımızda prototipinden itibaren egemen (beyaz) ırkın dışında kalanları “medenileşmemiş” olarak nitelendirdiğini ve bu denklemin zamanla normalleşme sürecine girdiğini görmekteyiz. Irkçılığın bu iflah olmaz üstünlük kurgusu ve olgusal gürlemesi genellikle mistifiye edilmiş bir üstünlük buyruğu üzerinden inşa edilmektedir. Örneğin Kürt ve Kürdistan özgünlüğünde ortaya çıkan ırkçılık histerisinin grotesk dışavurumları da kıyıdan kıyıya vuran tsunami halleri de ulus devletin şişmiş egosuyla ilgilidir. Siirt’teki bir yurttaşın “Burası Kürdistan’dır” demesinin kolluktan meclise nasıl bir dalgalanma yarattığına hepimiz tanıklık ettik.
Cemil isimli Kürdün naif ve insani söylemi birilerinin yüzüne gök taşı gibi çarptı ve mutlak inkâr perdesi aralandı, böylesi ölümcül bir tesir oluşturmasının sebebiyse ırkçının kafasındaki varlık mefhumunun sadece iyi veya kötü tanımı üzerinde inşa edilmesindedir. Dolayısıyla da kendi idrak dünyasının dışındaki başka herhangi bir varlığın kabul edilmeme acizliği olarak kendisini dışa vurmuş oldu.
Bu, aynı zamanda Fanon’un ‘yokluk bölgesi’ olarak adlandırdığı şeyin egemen gücün bütün ölümcül deneyselliğiyle takip ettiği eskinin biçim değiştirmiş yeni bir düsturudur. Yakın tarihimizin toplumsal deneyimi diyebileceğimiz Amerika’daki anti-ırkçı (Black Lives Matter) dalga ve ardından yavaş yavaş Batı’nın tamamına yayılan post-kolonyal hafıza sorgulaması ne kadar önemli birer imge olarak karşımızda duruyorsa, “Burası Kürdistan’dır” sözü de bir o kadar itibarlı bir sözdür. Cemil’in bu sözü, birçoğumuz için, 17. Yüzyıl köle tüccarı Edward Colston’un bronz heykelinin devrilmesi kadar etkilidir. Hatırlanacağı üzere Amerika’da “Black Lives Matter” ile başlayan kolonyal-anti-ırkçı dalga esnasında Colston’un heykeli sadece devrilmekle kalmamış, suların dibine gömülmüştü. Amerika’daki anti-ırkçı siyahi direniş evrensel bir anti-kolonyal dalgaya evrilememiş olabilir ama etkileri hâlâ birçok halkın hafızasında devam ediyor. Bristol’deki o küçük dalga kolonyal tarihle nasıl yüzleşileceği konusunda ne kadar net bir olgu olarak hafızalarda kaldıysa, Cemil’in sözü de bir o kadar dönüştürücü bir tesire evrilecektir. Keskin bir tarihsel dönüşüm olarak gördüğümüz yakın tarihimizin olayları sadece Saddam’ın, Colston’ın devrilen heykellerinden ibaret değil elbet, aynı zamanda sözün gücüyle de birçok münasebetsiz temsili heykelin düşüşünü görmektir ve de göreceğiz, hem de sözün gücüyle göreceğiz, çünkü ‘önce söz vardı…’