Azad Barış
Yerkürenin hemen hemen her yerinde cehennemi yıkımlarla arkasında iz bırakan çatışma ve savaşlara baktığımızda, Rotterdamlı Erasmus’un savaşa karşı kaleme aldığı “Barışın Şikâyeti” adlı eserinde zamanın Kıta Avrupa’sında cehennemi çatışmaların yıkıcılığına işaret ederek “Durun!” dediği yerden hiç de uzak olmadığımızı görüyoruz. Savaşların ortasında kalmış o güne ve onun savaş baronlarına yöneltilen o tarihi uyarı nasıl ki insanlık adına kutsi bir haykırış idiyse günümüz dünyasının savaşlarına karşı dur demek de bir o kadar erdemli bir çabadır.
Lakin Erasmus o günkü Avrupalı devlet yetkililerine seslenirken sadece barışı savunmakla kalmıyordu, savaşın bütün yıkımlarının onların eseri olduğunu da tarihe not düşüyordu. O gün olduğu gibi bugün de barışı inşa etmek için kurgulanmış savaşlarla kıyım ve katliamların sorumluluğunu savaş kışkırtıcılığı yapanlara yüklemek barışın inşası için önemli aşamalardan biridir. Bu sebeple hem küresel hem de bölgesel olarak insanları aşağılık bir şekilde çatıştırarak kavimler arasında çatışma duvarları ören savaş baronlarının maskesini barışın ortak iradesiyle düşürmek gerekir. Tam da bu yüzden Erasmus birbirlerinin kökensel varlıklarını ortadan kaldırmak isteyen savaş tacirlerinin maskesini düşürürken halkların uyanışına dair de derinden haykırıyordu. Deliliğe Övgü’deki alegorik mecazin aksine Barışın Şikâyeti adlı ölümsüz yapıtıyla bütün açıklığıyla halkları aklın hükümran olduğu bir mecraya davet ediyordu. Başka bir ifadeyle ahlakın buyrukları ve bütün halkları birbirine bağlayan ortak değerlerde buluşarak savaşmayı bir kenara bırakmaları gerektiğini söylüyordu. Bunu yaparken de insanlığın başlangıç evrelerine kadar uzanan barış ve ona dair çabaların ne kadar önemli olduğunu, kovulduğu kilisenin kapılarına büyük yazıtlarla asmış ve aforoz edilmeyi göze almıştı.
Ondan yüzyıllar sonra, 19.YY’ın başında da Königsberg’li Kant “Edebi Barış” kuramıyla barışın altın kurallarını modern çağın ihtiyaçlarına göre felsefileştirerek daha anlaşılır bir mecraya taşıdı.
O gün olduğu gibi bugün de aynı fikriyat ve saikler üzerine bina edilen savaş ve barış antagonizmleri ne yazık ki bütün keskinliğiyle devam ediyor. Hem Erasmus’un hem de Kant’ın tanıklık ettiği çağlar arası zaman uzamının hızlandırılmış bir hali olarak günümüz dünyasının tanıklık ettiği savaş sahneleri hala beşeri feraseti felce uğratıyor ve barıştan övgü ile bahsedenler savaşın keskin çarkları ile lime lime ediliyor. Her gün tanıklık ettiğimiz onca acı ve hüzün ruhlarımızı devasa bir çölün dehşetine sürükleyip cinlerin inlerine hapsediyor. Oysa karşılıklı güvenden barınmaya, iyi komşuluk ilişkilerinden ortak paydaya kadar her şeyin ancak barış koşullarının sağlanmasıyla mümkün olduğunu biliyoruz.
Ve bunu gerçekleştirmek zor ve komplike gibi görünse de aslında çok basit birkaç ruhsal dürtülmeyle mümkün olabileceğini kutsal metinlerin ve kadim kavimlerin kelamlarının sırlarından görebiliyoruz. Çünkü eğer bir şey istiyorsak onu istenç ve çerçeve bağlamında ortaya koyup öngörülebilir koşullar altında elde edebiliriz. Zaman dizgisinin bize miras bıraktığı kimi aktarımlar her ne kadar genellikle salt metaforlar olarak anlaşılsalar da öngörülebilir koşulların uygunluğuna göre hayata geçirildiklerinde birer olgu olarak aynı tarihin sayfalarını zan altında bırakabilirler. O nedenle dünya barışı için büyük tehlike arz eden, birlikte yaşama ve demokrasi kurallarını çiğneyen, görece daha az donanımlı halkları küçümseyen tiranlara karşı itiraz hakkını kullanmak bile barışın övgüsü için yeterli bir beyan olabilir.
Kant’ın da zamanında ifade ettiği gibi “barışı ancak dünyayı kendi ortak sınırımız olarak kabul ederek onun üzerinde hukuk ve özgürlük içerisinde yaşayabileceğimizi garanti edersek” insanlığın ortak değerler merkezi haline getirebiliriz. Bugünlerde yeniden modern bir trend haline dönüşen Orta Doğu barış meselelerinin etrafından dönen dolaplara bakarken Rotterdam’lı bilgenin “durun” diyen sesinin kadim coğrafyanın bilgelerinin sesine karışarak kulaklarımda yankılandığını fark ediyorum.