Azad Barış
20 yıllık AKP iktidarının özellikle son 6 yılı, etiyolojik olarak bir idari kriz şeklinde karşımıza çıkmaktadır. AKP’nin siyasal teolojisiyle siyasal topluluk ve dinsel nizam üzerinden bina etmeye çalıştığı bu durum krizin önemli sebeplerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Schmitt’in “egemenlik, düzeni kuranın aynı zamanda düzenin dışında olması” üzerinden formüle ettiği bu durum, AKP’nin yönetememe krizinin temelinde yatan şeyi göstermesi açısından önemlidir. Kaos ve krize uygulanabilecek bir kuralın olmaması dolayısıyla AKP iktidarı örneğinde ortaya çıkan bu durum, bugün Türkiye’deki yönetme krizinin temelinde yatan dinamiklere de ayna tutmaktadır.
AKP iktidarında Türkiye, içeride yaşadığı sorunları çözemediği gibi dışarıdaki sorunları da giderek şiddetli krizler olarak karşılamaktadır. Başka bir deyimle içerdeki sel felaketleri ve orman yangınlarını söndüremediği gibi fetih ve ilhak arzusu dolayısıyla içine sürüklendiği Suriye savaşı başta olmak üzere bölge ülkeleriyle yaşadığı kimi çatışma hallerinin hiçbirini çözemiyor. Sıfır sorunlu derin stratejiden derin bir kriz stratejisine dönüşen hariciyenin hamleleri giderek içerdeki siyasi pratiğin bir parçası haline geliyor. Temel hakların tamamına şerh koyan ve normatif devlet yerine tekinsiz bir tedbir rejimine dönüşen siyasi iktidar kendi “ulvi” düş ve arzularına göre demokrasi işleyiş ve mekanizmaları parantez içine alan bir yapıya dönüşmüş durumda.
Böyle bir ortamda kriz tanımı ve çözüm metotları üzerine düşünmek yerine, mevcut krizleri daha da derinleştiren, yeni krizleri var eden ve bununla kendi mevcudiyetini tahkim eden bir siyasi pratik sergiliyor siyasi iktidarın yönetici aklı. Bu paradoksal siyasi pratiğin önemli iki denklem üzerinde kurulduğunu söylemekte fayda olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Birinci denklem içerideki yandaşları konsolide etme çabasıyken, ikinci mühim nokta ise mevcut Avrupa hükümetlerini bu çoklu kriz olguları üzerinde konuşulabilir ve pazarlık seçeneklerini müzakere eden partnerler olarak tutabilmektir. O nedenle siyasi iktidar tercihini sorunları çözmek ve gelmekte olan sorunları aşmak yerine sorunların bizâtihi şiddetli krizlere dönüşmesi için mahşerî stratejiler üretmektedir. AKP örneğinde sergilenen ve esasında 20. yüzyıldaki katı ulusçu otoriter yönetimlerin birer replikasına dönüşen bu durumu Benjamin’in de ifade ettiği gibi, olağanüstü halin istisna değil, kural haline dönüştüğü bir yönetim fotoğrafı olarak görmek mümkündür.
Oysa bu tür krizler dahil, bütün krizler doğaları gereği her ne kadar kontrollü ve planlı kriz üretme stratejilerine dayansalar da zamanla kontrol dışına çıkan maluliyet türleri olarak üreticinin kendisine de geri dönen niteliklere sahiptir. Bağlamın bu noktasından hareketle mevcut krizleri yönetmek yerine krizleri yönetememe hali mevcut siyasi iktidarın işine yarasa da orta vadede bir bumerang efekti ile kendisine döneceğinden ve kendi varlığına dönük bir tehdit algısına dönüşeceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın. Nitekim iktidarın krizleri ve yönetememe hali buna göre avantajlı istisnalar içerse de zamanla herkes için minik bir Bermuda üçgenine dönüşeceği muhakkaktır. Bunun en çarpıcı örneğini Kurdofobiya olarak ortaya çıkan ve büyük dalgalar biçiminde Suriyeli mülteciler başta olmak üzere ötekilere karşı yükselen ırkçılık dalgasından da görüyoruz. Bu dalga şimdilik kontrol edilebilir bir mecradaymış gibi görünebilir ama başka düzlemlere sıçramayacağı açık mı?
Erdoğan ve ekibinin bölgedeki savaş atmosferini kullanarak Avrupa’ya karşı mülteci kartını alenen kullanmasının salt akçeli işlerle alakalı olmadığını bilmek lazım. Burası hem ideolojik hem de stratejik olarak bir uygulama alanıdır siyasi iktidar için. Yani bir taraftan kendi milliyetçi ve gelenekçi yandaşlarını konsolide ederken diğer taraftan mevcut Batılı hükümetlerin nezdinde kendi rejimlerinin meşru bir tescili niteliğini taşımaktadır. Dolayısıyla Batı hükümetlerin ağırlıklı ekseriyetleri mevcut krizler silsilesinden hareketle mevcut siyasi iktidarı meşru bir zemin üzerinden muhatap almaktadır. Erdoğan ve ekibi Avrupa’nın bu tutumunu iktidarda kalmanın önemli bir referansı olarak kabul ettikleri için içerdeki meseleleri de dışarının bir parçası olarak göstererek sürekli “soslu” demokrasi argümanları kullanmaktadır.
Suriye iç savaşı ile başlayan, Afganistan felaketiyle yeni boyut kazanan mülteci dramı ve kontrolsüz insan hareketlerinden, çoklu iktisadi kriz, toplumsal anomi ve Kürt meselesinin kangrenleşmesine kadar birçok sorunun giderek şiddetli bir krize dönüşmesinin temel sebebini burada aramak gerekir. Dışarıda hak ihlaller sabıkasının kabarıklaşması ve içeride baskı aparatlarının giderek keskinleşiyor olmasının ana sebebini krizlerin artık yavaş yavaş kendisine döndüğünün bir göstergesi olarak görmek gerekir.
Başka bir ifadeyle, siyasi iktidar ülkeyi yönetememe gerçeğiyle karşı karşıya kalmış ve kendi varlığı krizlerin bir parçası haline gelmiştir. O nedenle içeriyi toparlamak yerine dışarıya karşı daha da şiddetli müdahalelerde bulunma ihtiyacı duyuyor. Hafife alınmayacak kadar önemli olan bu geçiş nesnelerin yerine yönetememe krizi başka krizlerle çarparak anomik bir sürece girmiş bulunuyoruz. Nitekim bu hipotezin yavaş yavaş baş gösterdiğini bütün verili olgularla görüyoruz artık. Bu bâhir belit ve olgusal hakikat sadece mevcut siyasi iktidarın başvurduğu bir mekanizma değildir, aynı zamanda hakikat sonrası çağın faşizoid siyasi akımların başvurduğu spekülatif bir “yönetim” biçimidir. Bunun en bariz örneği Trumpizm olarak tarihe geçen ve ABD’deki seçimlerin özgünlüğünde sembolik bir çöküşle netlik kazanan yönetememe krizinin bizâtihi kendisidir.