“Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz. HAYIR demezseniz!…” Wolfgang Borchert Bugün yaşadıklarımızı farklı boyutlarda kavrama bakımından 2018 yılı içinde üç önemli kitap peş peşe yayınlandı. Diplomatların “hocası” olması nedeniyle bence “duayen” statüsünde olan (*), Baskın Oran’ın “Etnik ve Dinsel Azınlıklar / Tarih, Teori, Hukuk, Türkiye” adlı kitabı (Literatür Yayınları, 2018) son derece önemli bir katkı. Yine bence onun magnum opusu niteliğinde. Baskın hocanın bir özelliği de, üniversite titrlerini kullanmayışı. Mete Hoca gibi…
Üniversite kavramının her darbede biraz daha düşürüldüğü gerçeğini düşünecek olursak bu son derece anlaşılır bir durum. Bu arada Literatür Yayınları’nın da 30. yılını kutlamadan geçmeyelim. 1982 yılında Alan Yayıncılığı kurduğumuzda, temel kaygılarımızdan biri de önü kapanan akademik yayıncılığın biraz olsun nefes almasını sağlamaktı. Literatür Yayınları da şimdi yine zor bir dönemde akademik yayınların sürmesine olanak sağladığı için teşekküre layık.
Oran’ın kitabın, “Gayrimüslimler, Kürt Hakları, Alevi Hakları, OHAL Rejimi” ad başlığından da anlaşılacağı gibi, sadece tarihsel/kuramasal/hukuki bir inceleme olmaktan çıkıp, son derece aktüel bir araştırma olma düzeyini de yakalamakta. Eğer bir gün demokrasiye geçiş yeniden mümkün olduğunda, bu kitap aynı zamanda neler yapılmaması, neler için suçluluk duyulması konusunda da ipuçları verecek.
Oran, TC’nin uluslararası meşru bir devlet olmasının temelini sağlayan Lozan Anlaşması’nın da en iyi araştırıcı ve yorumcularından biri.Ne yazık ki, TC’nin kurucuları kendilerine altın tepside sunulan demokratik bir toplum olma olanaklarını, “Batı”nın dayatması olarak algıladı ve istemeden kabul ettikleri aslında bütün etnik ve dinsel azınlıkların haklarını güvence altına maddelerini en baştan uygulama niyeti göstermedi. 1878 Berlin Barış Antlaşması’nın “reform” maddesini gönülsüz kabul edip, asla uygulamayışı, tam tersi işler yapması gibi. Baskın Oran’ın da göstereceği gibi, Kürt toplumuna, gayrimüslim azınlıkların, Alevilerin sözde teminat altında olan haklarına saygı gösterilip, gereği yapılsaydı, çok daha farklı hoşgörüye dayalı, demokratik, kültürel zenginliği farklılıkları ile sahiplenen, gerçekten çağdaş bir toplum olabilirdik. Bunun olmayışının bedelini sonuçta “çoğunluk” diye nitelenen yurttaşlar da ödedi.
(*) Baskın Oran’ın “Türk Dış Politikası/ Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar” adlı 3 ciltlik kitabı duayenliği çok daha hak ettiriyor. (İletişim Yayınları, 2013; Kitabın İngilizcesi Utah Üniversitesi tarafından yayınlandı. Farsçası ise, Tahran Siyasal ve Uluslararası Araştırma Enstitüsü tarafından 2018’de yayınlandı.) Türkiye’de her darbenin üniversitelerde yaptığı tasfiyelerle yarattığı tahribat son derece büyük oldu. Ama hiçbiri son yaşadığımız tasfiye kadar yığınsal olmadı. Olayı sayılarla anlatmak da bir noktadan sonra bir anlam ifade etmiyor. Ama çok farklı kesimlerden kişilerin tanıklıklarını okumak, yaşanan trajedinin boyutlarını çok daha iyi algılamamıza olanak sağlıyor. Kemal İnal, Efe Beşler ve Batur Talu’nun editörlüğü altında yürütülen bu çalışma son derece takdire şayan: “OHAL’de Hayat / KHK’liler Konuşuyor” (Belge Yayınları, Ağustos 2018).
Bütün yazıları çok sevdim. Cihangir İslam’ın “Ümitvar Olun!”, Cemile Kocaman’ın “Birileri Hayatımız Hakkında Bizden Fazla Söz Sahibi”, Dilek Hattatoğlu’nun “Şiddet Altında Yaşamak ya da Direnmek Yaşamaktır”, Fatma Bostan Ünsal’ın “İnsan Eliyle Felaket: İşten Atılmak, Bireysel Sivil Ölümler ve Toplum”, kamu çalışanlarından Filiz Özsoy’un “Kod adım Teyze, İlker Urlu’nun “Taşrada Kovulmak!”, öğretmen Çınar çiftinin “Ottan Köfte’de Bugün”, Zeynep Mercan’ın “Mühreç Hakim”, Sinan Ok’un “Körlük ve Görme”, Gergerlioğlu’nun “Gayya Kuyusuna Düşmek”, Serdar Başçetin’in “Bir Savaş Vakti Eğer Taşrada Bir Akademisyen İsen” son derece çarpıcı tanıklıklardı. Elbette, fiili sürgünde yaşayan biri olarak, Maya Arakon’un “Benim Bir Evim Vardı”, Neşe Özgen’in “Bavulumda Taşıdıklarım” ve Aslı Vatansever’in “Göçebelik, Güvensizlik ve Özneleşme” anlatıları daha farklı bir etki yarattı bende. Üçüncü kitap ise, H. Mesut Çelebioğlu’nun editörlüğünü yaptığı “Barış Zamanı” adlı derleme (Marx21 Yayınları, İstanbul, Haziran 2018). Bu kitap küçük hacmine karşın, dünyada ve Türkiye’de barış hareketlerinin içerik ve tarihini vermesi bakımından son derece önemli.
Kitabın, 2. Dünya Savaşı’nı asker olarak bizzat yaşayan ve genç yaşta ölen Wolfgang Borchert’in “Hayır De!” şiir/düzyazı metni ile sonlanması son derece anlamlı. Kitap şu bölümlerden oluşuyor: Savaş ve Barış (Ayşe Erzan), Selahattin Demirtaş’ın Savunmasından, Savaş Muktedirlerin, Barış Toplumların Eseridir (Hakan Tahmaz), Ortadoğu’da Yeniden Paylaşım Savaşı (Çiğdem Özbaş), Barışı Sokakta İnşa Etmek (Cuma Çiçek), Bu Suça Ortak Olmayacağız! (Barış Akademisyenlerinin Metni), Barış İçinde Yaşama Hakkı (Rıza Tüzmen), BM, Savaş ve Göç, (Cem Terzi), Savaş Karşıtı Mücadeleyi Güçlendirmek (Hülya Üçpınar), Vietnam Savaşı /1960-1975 ve Savaş Karşıtlığı (Ayşe Erzan), Irak’ta Savaşa Hayır! (Kampanya 2002), Irak Dünya Mahkemesi (İstanbul 2005), Kırım Nire, Kore Nire? / 1853-1950 (Barışseverler Derneği deneyimi), Türkiye Barış Komitesi / Barış Derneği (1977-80), “Kurtuluş’un Bilinmeyen Yüzü” (1919-22 Yunan savaş karşıtlığı), Falklands Savaşı Dersleri (1982). 1 Mayıs 1914’te 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre önce İstanbul Sendikalar Birliği için Zaharias Venetzenis tarafından kaleme alınan çağrı hala güncelliğini korumuyor mu? (age.,s.52): “Ne yazık ki önleyemediğimiz Balkan Savaşı denilen savaş, etkilerini doğu emekçi sınıfının daha uzun süre üzerinden atamayacağı, halkın ve proleterlerin henüz yeni uyanışlarını geciktirecek sonuçlar doğurmuştur. …
Bu savaş, şehirleri ve köyleri yerle bir etti ve beraberinde bütün halkı kırıp geçiren sefalet ve açlığı getirdi. Bu savaş doğu ulusları arasında kin ve bağnazlığı yeniden canlandırdı, yöneticiler ve sermayedarlar çıkarına milliyetçi zihniyeti güçlendirdi…
Bu savaş şimdiye kadar görülmemiş bir siyasi zorbalık getirdi. Şehirlerimizin sokakları, yersiz yurtsuz, aç yaşlılar, kadın ve çocuklarla dolu. Rumeli’yi istila edenlerin savaş sırasında bütün mallarına mülklerine el koydukları göçmenler kafileler halinde bize sığınıyor, Trakya’ya ve Anadolu’ya yerleşiyorlar. Bu kez de Anadolu’da bağnazlık ve din ayrılıklarına bağlı kinlerin körüklediği yeni olaylar patlak veriyor ve yerli ahali ters yöne göç etmek zorunda kalıyor. Hükümet mahvolmuş halkın sırtına (tabii sürekli anayasaya uygun etiketi altında) rezil bir baskı yönetimi yerleştirdi: Devamlı sıkıyönetim, örgütlere, toplantılara ve basına karşı şiddet tedbirleri… 1 Mayıs 1914 günü yürüyüş yapamadık, bu keyfi yönetimi protesto ediyoruz…”