Kapitalizmin yapısal krizleri Türkiye gibi ülkeleri derinden etkiliyor. Rantsal ekonominin parçası olan faiz artışları büyük sermayeyi mutlu ederken, diğerlerini iflasa sürüklüyor
Faize karşı olduğunu birçok kez ifade eden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 20 Kasım günü yaptığı açıklamada yeni reform ve atılımlar için hazırlıklar yapıldığını belirterek, “Ülkeyi enflasyon, kur ve faiz sarmalından çıkaracağız” demişti. Hemen ertesi gün yani 21 Kasım günü Merkez Bankası (BM) yaptığı toplantıda 10.25 olan faiz oranını 475 baz puan artırılarak yüzde 15 seviyesine yükseltmişti. 24 Kasım tarihinde açıklanan son faiz oranı ise 200 puan daha arttırılarak faizler yüzde 17 seviyesine çıkarıldı.
MB’nin gerekçesi!
Merkez Bankası faiz arttırımıyla ilgili gerekçesinde, “Küresel ekonomiye dair veriler üçüncü çeyrekte başlayan kısmi toparlanmanın devam ettiğine işaret etmektedir. Ancak, aşıya dair olumlu gelişmelere karşın, son dönemde artış gösteren Covid-19 vakaları nedeniyle küresel ekonomiye ilişkin belirsizlikler devam etmektedir” ifadeleri ile faizin bir sistem sorunu olmadığını göstermeye çalışırken ellerinde olmayan nedenlerle buna mecbur kaldıklarını vurgulamaya çabalıyordu.
Erdoğan’ın iddiası ters yüz!
Erdoğan, faiz arttırımı öncesi 12 Kasım günü yaptığı konuşmada, “Faiz sebep, enflasyon neticedir. Enflasyonu tek haneli rakamlara düşürmekte kararlıyız” diye belirtirken Merkez Bnakası’nın (BM) açıklamalarıyla tezat oluşturuyordu. Merkez Bankası faizi yüzde 17’ye yükselttiği gün yaptığı açıklamada, “Faiz, önümüzdeki dönemde parasal duruşun sıkılığı, enflasyonu etkileyen tüm unsurlar dikkate alınarak, enflasyonda kalıcı düşüşe ve fiyat istikrarına işaret eden güçlü göstergeler oluşana kadar kararlılıkla sürdürülecektir” açıklaması Erdoğan’ın iddiasının ters yüz edilmiş hali olduğu görülüyordu.
Komik açıklamalar
Ağustos ayında döviz kurlarındaki artışla ilgili Merkez Bankası’ndan faiz artırımı beklentisi oluşurken Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada, “Hamdolsun, daha da inşallah düşecek (faiz). Çünkü bütün arzumuz, isteğimiz bu ülkede yatırımcı çok daha rahat, güçlü bir şekilde yatırımlarını yapabilsin” diye konuşmuştu. Erdoğan’ın konuşmaları ve açıklamaları kapitalist ekonomiden ya bihaber olduğunu ya da oy tabanını geçmişten bu yana yaptığı açıklamalarla ‘etkileme’ gayreti olarak görülebilir. Ancak Erdoğan’ın tüm iktisadi politikaları kapitalist ekonomi ile örtüşürken karşıt bir söylem tutturması anlamsız ve bir o kadar komik bulunduğunu belirtmek gerekiyor.
Son silah faiz
Merkez Bankası’nın faiz kararından çok önce ağustos ayında bankalar tüketici faizlerini yüzde 17’ye çıkarmıştı. Diğer yandan mevduat faizleri ise yüzde 18-20 düzeyine ulaşmış durumda. Faizlerin yüksek olduğu dönemlerde bankaların kredilere uyguladıkları faiz oranıyla mevduata uyguladıkları faiz oranı arasındaki fark bugün artarak yükselmektedir. Kapitalist ekonomide faizler yüksek ise risk primi de o düzeyde yükselirken bir şeylerin yanlış gittiğini gösterir. Zamansız, erken faiz indirimi ya da geç kalınmış faiz artışının etkisi olumlu anlamda azalır. Bugün Türkiye’de yaşandığı gibi enflasyon ve faizin yüksek olması problemlerin çözümünü zora sokar. Merkez Bankası kasasında dövize müdahale edecek paranın kalmaması ise iktidarın son silahı olarak faizlerin yükseltilmesi seçeneğine sarılmasına yol açmıştır.
Mart ayı risk ayı
AKP iktidarının dış borca ulaşabilmesi artık yüksek faiz ödemesine bağlı hale geldi. Yüzde 6 faiz uygulaması ile tahvil ihraç eden iktidarın, içerideki faizleri yükseltmemesi mümkün değildi. AKP iktidarı doların 7 TL sınırını aşmaması için Merkez Bankası’nın elinde kalan 135 milyar dolar rezervi harcamaktan çekinmezken, bugün ise doları 8 TL seviyesinin altında tutmak için faizleri yükseltti. Şubat ve mart aylarında uygulamaya girecek olan AB ve ABD yaptırımlarıyla birlikte ekonomide çöküş tam manasıyla yaşanmaya başlanacak. Ekonomideki çöküşle birlikte iflaslar, işsizlik, yoksulluk, açlık ve kıtlık sorunları dayanılmaz boyutlara ulaşacak.
Borç yüzde 50 arttı
Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’nin brüt dış borç stoku haziran ayında 421.8 milyar iken, eylül sonu itibarıyla 435.1 milyar dolara ulaştı. Bu borç stokunun milli gelire oranı ise yüzde 59.1, yani bütçenin yaklaşık yüzde 60’ı borçlara gidecek. Avrupa Birliği (AB) tanımlı genel yönetim borç stoku ise eylül sonunda 2 trilyon TL’yi aşarken, milli gelire oranı yüzde 42.6 oldu. Bu rakam haziran sonunda 1.8 trilyon TL idi. 2019 Aralık ayı itibarıyla AB tanımlı genel yönetim borç stoku ise 1 trilyon 319.6 milyar lira, bu rakamın milli gelire oranı ise yüzde 32.1 olması bir yıl içinde genel borç miktarının yüzde 50 arttığını gösteriyor.
AB tanımlı borç stoku nedir?
Avrupa Ulusal ve Bölgesel Hesaplar Sistemi (ESA 95) metodolojisi ile hesaplanan, genel yönetim yani merkezi yönetim, yerel yönetimler ve sosyal güvenlik kuruluşları kapsamında yer alan kurum ve kuruluşların, yurt içi ve yurt dışı piyasalardan sağladıkları borçlara ilişkin yükümlülüklerin toplamını ifade etmektedir.
Rant = faiz
AKP iktidarının ranta dayalı ekonomi politikasıyla özdeş olan faizden kaçınması olanaksız olduğu gibi ekonomi politikasının temelini oluşturmaktadır. Kapitalizmde üretken sermaye ile üretken olmayan sermaye arasında rant ve faiz ilişkisi belirleyici özelliktedir. AKP iktidarı üretken olmayan sermaye kesimlerini destekleyerek kendi etrafında ranta dayalı bir sistem oluşturmaya başladı. Buna paralel olarak üretimden kazandığından daha çok ranttan kazanmaya başlayan sermaye de iktidarın politikalarıyla uyumlu bir çizgi izler hale geldi.
Büyük sermaye mutlu
Üretken sermayenin yani sanayi sermayesinin kârlarında azalma yaşanması sonucu, büyük sermaye finans alanına taşınmaya başladı. Bugün Türkiye’de Sabancı, Koç vd. büyük sermaye yapılarının hemen hepsinin kendi bankalarının olması bir tesadüf değildir. Sermaye, bankalar eliyle üretmek yerine para satmayı daha kârlı bularak üretim alanına yatırımdan uzaklaştı. Kapitalizmin sık sık yaşadığı genişleme ve büyüme sorunları kapitalist ekonomilerde krizlere yol açtığı bilinen bir şeydir. Büyük sermaye birikimlerini yeniden değerlendirmek amacıyla yeni yatırımlara kaynak ayırmak yerine birikimlerini bankaları üzerinden daha küçük ölçekli sanayiciye para satarak paradan para kazanmayı yeğlemektedir. Üretimler, KOBİ’ler olarak nitelenen orta ölçekli şirketlere doğru kaydırılırken KOBİ’ler bu yatırımları sürdürmek adına büyük sermayenin elindeki bankalardan krediler almak zorundadır. Bu durum kârları azalma eğilimine giren KOBİ sermayesi ile büyük sermaye arasında çelişkileri ortaya çıkarmaktadır.
Para satmak kolay!
Bu çelişkiler sonucu orta ölçekli üretime dayanan sermaye ile para satan sermaye arasında ezilen kesimler yani emekçi sınıflar ve büyük bir rantın ortaya çıkarıldığı doğal yaşam alanları daha fazla sömürüye tabi kılınmıştır. Faiz oranlarında düşüş, sermaye arasındaki çelişkiyi ortaya çıkarırken yükselmesi ise büyük sermayenin yararına bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Bu süreçte özellikle kamusal üretim alanları büyük zorluklar içine itilip özelleştirmeler yoluyla büyük sermaye eline teslim edilmiştir. Orta ölçekli üretim yapan şirketler zora girerken, büyük sermaye bu şirketlerin kontrolünü eline geçirerek kendi birikim sürecine bağlamıştır. Kapitalizm genel anlamda bu döngü içerisinde sürüp giderken sık sık ekonomik krizleri ortaya çıkarmaktadır. Bu krizlerin en belirgin nedeni ise sermayenin devasa seviyelere ulaşması sonucu ortaya çıkan birikimin yeniden değerlendirilmesi için alan yaratamamış veya kolayına kaçarak finans sektörünü tercih etmiş olmasıdır.
Ranta dayalı sermaye
Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomiye müdahale etmesinin arka planında ranta dayalı sermaye yer almaktadır. Özellikle inşaata dayanan rantsal ekonomi üzerinden büyüme hedefi içinde olan iktidarın düşük faiz ısrarı rantsal bir ısrardan başkaca bir şey değildir. Belli başlı şirketler dışında kalan şirketler borç yükü altında yok olurken 3-5 şirket büyümeyi sürdürmektedir. Faizleri aşağıda tutmaya çalışan iktidarın döviz artışlarına müdahalede yetersiz kalması iflasları tetikleyen en önemli etkendi. Bu süreçte Türkiye ekonomisinde ciddi bir büyüme sorunu yaşanırken büyük bir yapısal sorun ortaya çıkmış ve yeni krizler kapının eşiğinde sıraya girmiş durumdadır.
Paranın dini imanı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan bir konuşmasında, “Paranın dini, imanı, milleti, vatanı olmaz” diye belirtmişti. Bu sözü dış borçlanma ve dış sermaye girdileri ve yatırımlarına yönelik yaptığı çağrılar ve desteklere gerekçe üreterek ifade ediyordu. Bu bağlama hiç oturmasa da faiz karşıtlığı üzerine sürekli sözler sarf ediyordu. Ancak İslam’da faizin haram olduğunu da biliyor ve lafta faiz karşıtlığını buna bağlamaya çalışıyordu.
Faiz lobileri!
Faizin Arapça karşılığı ribadır. İslam’da riba demek, borç verilen parayı veya malı fazlasıyla geri almak, paradan para kazanmak anlamına gelirken dinen haram kılınmıştır. Dış borç alırken dünyada en yüksek faiz ödeyen ülke olma onuru bugünkü iktidara nasip olurken, 1 ay içinde yüzde 10’lar seviyesinde olan faizin yüzde 17’lere yükseltilmiş olması da bu iktidarın onuru olarak kayıtlara geçmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi paranın dini imanı olmaz. Bu süreçten tek kazanan büyük sermaye ise AKP’nin faiz lobilerine teslim olduğu ya da kol kola olduğu gerçeği açığa çıkmaktadır.
AKP ile DP’nin paralelliği
AKP’nin Demokrat Parti’yi (DP) sürekli anarak Menderes iktidarını kutsarken, bugünkü iktidarla DP arasında büyük bir paralellik var. Demokrat Parti hükümeti iktidara geldiği 1950 yılı sonrası dış borç arayışına girmişti. Dış borçların başvuru merkezi ise ABD’ydi. DP hükümeti, 1951 yılında genel faiz oranlarını düşerken kredi talebini ve hacmini artırdı. 1950’de 22.3 milyon dolar olan dış ticaret açığı ise 1952’de 193 milyon dolara ulaşmasıyla dış kredi olanakları daralmaya başladı. 1953 yılıyla birlikte dış borç bulmakta zorlanan DP, hızlı büyüme sağlamak adına yatırımları Merkez Bankası kaynaklarıyla finanse ederek sürdürdü (aynen AKP politikaları). Bu dönemde reeskont hadleri, tahvil ve altın üzerine avans hadleri, devlet tahvilleri, Merkez Bankası resmi iskonto senetleri, zirai senetler, küçük sanayi erbabı için krediler, Ziraat Bankası kredileri, inşaat ve proje kredileri gibi birçok yöntem kullanıldı.
Faiz ve DP’nin sonu
Türkiye’de 1951 yılında yüzde 12.8 olan büyüme oranı 1954’e gelindiğinde yüzde 3’e geriledi. 1954-55 yıllarında Avrupa’nın bazı ülkeleri ve ABD’ye olan borçlarla ilgili yaşanan ödeme zorluğu nedeniyle borçlar uzun vadeli bir planla yüzde 3 oranında faize bağlandı. 1956’da TL’nin değeri, 1 ABD doları karşısında 2.80 seviyesinden 5.25-5.5 TL seviyesine yükseltilerek dış sermaye girişi sağlanmaya çalışıldı. 1958 yılında çıkarılan 7129 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bankalar Birliği oluşturuldu. 4 Ağustos 1958 tarihinde istikrar önlemleri adı altında ABD doları 9 liraya çıkarıldı. 1950’lerde yüzde 4’ler seviyesinde olan uzun vadeli tahvil faiz oranları, 1955’te yüzde 6’ya, ardından ise yüzde 10’a çıkarıldı. 1950’de 1 milyar 275 milyon lira olan bankalarca verilmiş olan kredileri toplamı 1960 yılında 9 milyar 522 milyon liraya ulaşırken, bazı ürünlerin ithalatı yapılamaz hale gelindi. 4 Ağustos 1958’de IMF ile anlaşmak zorunda kalan DP iktidarı yavaş yavaş iktidarının sonuna yaklaşıyordu.