Tarih boyunca iktidarlar, en kolay tecrit mekânı olarak adaları çok sevdiler. Tek giriş, tek çıkış, tam kontrol ve teslimiyet! Robben’de de işlerin böyle yürüyeceğini, Mandela’nın teslim olacağını sanmışlardı ama çok yanıldılar
M. Ender Öndeş
Yaklaşık 45 yaşında olan siyasi tutsak, ada cezaevinin yönetim binasına girdiğinde, gardiyanlar ve bütün görevliler epey heyecanlıydı. Cezaevi yıllardır tutsak doluydu gerçi ama bu kadar şöhretlisi o güne kadar hiç gelmemişti. Karşılama heyetinden bir yetkili, tam o anda nasıl aklına geldiyse artık sonradan çok hatırlanacak olan o talihsiz cümleyi kurdu: “Dis die Eiland! Hier gaan julle vrek!” (Burası bir ada! Sen burada öleceksin!)
Irkçı rejimin Afrikaans dilinde söylenen bu söz, siyasi tutsağı pek etkilemedi ama. Hafifçe gülümsedi. Belki içinden bizdeki “Yaw he he” deyimine benzer bir şeyler mırıldanmıştır, bilemiyoruz. Ama bir şey kesin; etkili ve yetkili şahsın dediği olmadı. 27 yıl sonra Nelson Mandela hâlâ hayattaydı; üstelik devlet başkanı olmaya hazırlanıyordu!
Adalar ve zindan siyaseti
Tarih boyunca siyasi iktidarlar, anakaraya uzak ve fazla ekonomik değeri olmayan adaları hep hapishane olarak değerlendirdiler. Bunun birçok sebebi var ama herhalde en önemlisi adanın ada olmasından, yani denizlerle çevrili doğal bir tecrit mekânı olmasından kaynaklanıyor. Tek bir ulaşım yolu, tek bir liman ve tam kontrol: Her devletin en sevdiği şey!
Başka bir faktör ise, böylece binlerce kilometre öteye, uzak sömürge adacıklarına gönderilerek merkezden uzaklaştırılmış olan tutsakların, politik etkisinin azalması olmalı. Bazen Napolyon gibi düşük imparatorlar için bu yol kullanıldı ama Elbe Adası o kadar da uzak değildi. Politik tutsakların şansına ise hep çok ama çok uzaklar düştü. Fransız Guyanası’daki Şeytan Adası böyleydi örneğin, özellikle siyasi tutsaklar için ayrılmıştı ve kaçması o kadar zordu ki, bu adeta bir ölüm anlamına geliyordu. Yeni Kaledonya ise binlerce Paris Komünü tutsağının mekânı oldu. Louise Michel dâhil, birçoğu yaşamının bir bölümünü orada geçirdi ve orada da rahat durmayıp yerli Kanak halkının mücadelesini desteklediler. Hepsi bu kadar değil; ünlü Alcatraz Zindanı da San Fransisco körfezinde bir ada cezaevidir, Hazar Denizi’nde bulunan Nargin Adası, İtalya’nın sürgün ve karantina yeri olarak yararlandığı Asinara, Kuzey Buz Denizi’nde bulunan Solevest Adaları, kötü ünlü Gulag Takımadaları da tarih boyunca cezaevi olarak kullanılmıştır.
Tecrit mekânı
Yeniden Robben’e dönersek, şimdi müzeye çevrilen ve UNESCO Dünya Mirası listesinde olan adanın acılı bir tarihi var. Cape Town’a 11 km uzaklıkta bulunan ada, 1488 yılında Bartolomeu Dias tarafından keşfediliyor ve uzun yıllar Portekizli denizciler tarafından, daha sonra İngiliz ve Hollandalılar tarafından yakıt ikmal istasyonu olarak kullanılıyor.
17. yüzyılın sonundan başlayarak Robben Adası, esas olarak siyasi mahkûmların hapsedilmesi için kullanılıyor. Adayı hapishane olarak ilk kullanan Hollandalılardı. İlk daimi sakinleri arasında Endonezya da dâhil olmak üzere diğer Hollanda kolonilerinde tutuklanan siyasi liderler, ayaklanmacılar ve köle gemisi Meermin’deki isyanın lideri Koesaaij vardı. Güney Afrika’nın ilk isyan liderlerinden olan ve talihsiz bir yenilgi sonucu başarısızlığa uğrayan Makhanda da Robben’de tutsak edilmişti.
Ada ayrıca cüzzamlı bir koloni ve hayvan karantina istasyonu olarak kullanıldı. 1891’de adaya cüzamlıları barındıracak 11 yeni bina yapıldı. 1961’den itibaren ise Robben Adası, Güney Afrika rejimi tarafından siyasi tutsaklar için bir tecrit hapishanesi olarak kullanıldı.
Mandela geliyor
Afrika Ulusal Kongresi (ANC) lideri Mandela, adaya getirildiğinde 1964 yılıydı. Aslında uzun süredir zaten hapisteydi ama artık daha net tecrit edilmeliydi. 1960’taki Sharpeville katliamından sonra silahlı mücadele kararı gereği ‘Umkonto we Sizve’ adlı gerilla birliklerini kuran Mandela, ‘vatana ihanet’ suçlamasıyla müebbet hapse mahkûm edilmişti. Mandela 1982’de Pollsmoor Hapishanesi’ne nakledilinceye dek, burada tam 18 yıl yaşayacaktı.
Koşullar çok ağırdı. Taş ocaklarında çalıştırılan mahkûmlara ayda 2 kez sıcak su veriliyordu, yemek ise keyfe göreydi. Yüzlerce tutsak bu cehennemden sağ çıkamadı. Mahkûmların altı ayda bir 500 kelimelik mektup hakkı vardı ve ‘siyasi’ sözcükler tümüyle yasaktı. Mektuplar çoğu kez parçalanmış kâğıt parçaları olarak onlara ulaşabiliyordu. Toplam 4 metrekarelik hücresinde yaşayan Mandela, tutuklandığında 1 ve 3 yaşlarında olan iki kızını 15 yıl boyunca hiç göremedi.
Buna karşın Mandela ve arkadaşları kısa sürede adayı bir ‘üniversite’ye dönüştürdüler; en zor koşullarda bile eğitimden hiç vazgeçilmedi. Herkese okuma yazma öğretilirken siyasi tartışmalar da sürüyordu. Ve tabii bu arada ağır tecrit koşullarına rağmen binlerce değişik yoldan dünyaya ve örgüte ulaşmayı da başardılar. Onlar adadayken ANC büyük başarılara imza atıyordu ve aslında hepsinin arkasında zindan ilişkileri vardı. ANC lideri Oliver Tambo, “Afrika trajedisi, ırksal ve siyasi açıdan kıtanın güney ucunda – Güney Afrika, Namibya ve özel bir anlamda Robben Adası’nda yoğunlaşmıştır” derken, tam da bunu kastediyordu.
Önder olmak zor iş
18 yıl sürdü Mandela’nın Robben macerası… 18 yıl kendisi için hiçbir özel şey istemedi. 18 yıl özel bir istek için hiç boyun eğmedi. “Cesaretin korkunun yokluğu değil, onun üzerindeki zafer olduğunu öğrendim. Cesur adam korkmayan değil, bu korkuyu yenen kişidir” diyordu. Adadaki taş ocağında başta Mandela olmak üzere ANC liderleri ağır şartlar altında çalıştırılıyordu ve bu konuda da hiç ayrıcalık istemedi. Zaman zaman kendisine işten muaf tutulma teklifi yapıldığında ve başka ayrıcalıklar önerildiğinde, kesin bir dille reddederek, “Bunu yalnızca hepimize verilirse kabul edebilirim” diye yanıtladı. Tecridi “kendi dünyası haline” getirerek çalışmalarına da bir an ara vermedi. “Biz birlikte kararlılığımızı pekiştirdik. Birbirimizi destekledik ve birbirimizden güç aldık” diye yazacaktı sonradan.
Geriye dönüş
1982’de kısmen müzakereler başladığında yoldaşlarından uzak olsun istedikleri için onu başka bir hapishaneye aktardılar ama bu da pek bir işe yaramadı. 1990’a kadar Mandela nerede kalırsa kalsın, ırkçılığın yok edilmesi düşüncesinden hiç vazgeçmedi ve önderlik niteliğini sürdürdü. “Gerçek liderler, halklarının özgürlüğü için her şeyi feda etmeye hazır olmalıdır” diyordu.
Nihayet 1990’da bu kez Güney Afrika’nın ilk siyah cumhurbaşkanı olarak adaya yeniden geriye döndüğünde gözlerinde hüzün ve gurur vardı. 27 yıllık zindan ve Robben’deki 18 yıllık tecrit, bir işe yaramamıştı işte! Ona “burada öleceksin” diyenler çoktan tarihin çöp sepetini boylamıştı ama o kır saçlı adam, hala dimdik ayaktaydı.
Tarihin cilvesi değil mi? Denizin ortasındaki küçücük bir adaydı Robben. Ama yeni bir ülke doğdu oradan!
Fizan’dan İmralı’ya değişmeyen çizgi
Osmanlı’nın sürgün için en çok tercih ettiği yerler olarak Midilli, Sakız, Rodos, Kıbrıs, Sinop, Fizan, Trablus biliniyor. Daha yakın dönemlerde, özellikle II. Abdülhamit zamanında sürgün için Malta’yı kullanılıyor. Cumhuriyet tarihinde ise Yassıada ve İmralı özellikle öne çıkıyor. Yassıada 1960 darbesinden sonra Demokrat Parti liderlerinin yargılandığı yer olurken, İmralı, PKK Lideri Abdullah Öcalan için halen ağırlaştırılmış bir tecrit mekânı olarak kullanılıyor.