Evrimimizi tamamlayıp sözde insan olduktan sonra dünyanın değişik yerlerine dağılmışız ya hani, işte o çekildiğimiz alanlarda ve zaman içinde dil, kültür, toprak ve yine çok uzun zaman sonrasında pazar sahibi olmuş, adımıza da ulus demişiz. İşte evrimin bu en iğrenç aşamasını tamamladıktan sonra da iki yakamız bir araya gelmemiş aynı gezegenin yaşayanları olarak.
Eskiden topladığımız meyveleri, avladığımız hayvanların etlerini paylaşıp yerken, üstelik de yaşadığımız yerler bize fazlasıyla yeterken birbirimizi yemeye, evlerimizi yurtlarımızı işgal etmeye, yakıp yıkmaya, geçmişte hayvan avlamak için kullandığımız okları, mızrakları birbirimize doğrultup öldürmeye başlamışız…
Barbarlaşmışız yani. Birbirimizi kendimize benzetmeye, inançlarımızı, kültürümüzü, dilimizi, dinimizi, yetmedi mezheplerimizi dayatmışız…
Başkalarının yaşam alanlarını işgal edip varlıklarına el koymak adına da türlü gerekçeler yaratmışız. Geliştikçe, öğrendikçe yeni ve ‘çağdaş’ silahlar yaratmışız her biri şehirleri içindeki insanlarla birlikte yok eden.
Adlarını da ‘dünya savaşı’ koymuşuz…
İlk ikisinde doğmamıştım henüz ama üçüncüsünün yaşandığı Ortadoğu’da olup biteni izliyorum ancak ben bütün bu savaşlara yol açan ve kapitalist, hegemonyacı siyasetin insan beynini işleyerek yarattığı ırkçılığa Türkiye’deyken birkaç anıyla tanık oldum…
Ağrı’dan, Zilan, Sason, Dersim ve Koçgiri’den, Maraş ve Çorum’dan bahsetmiyorum. Daha sade, daha sıradan iki örnekle, manipüle edilmiş epey bir Türk insanının ve hatta bir kısım ‘aydının’ bakışıyla anlatmaya çalışacağım derdimi…
**
Seksenli yılların sonuna doğru, yani çatışmaların derinleştiği dönemde, Diyarbakır, Van, Batman ve Mardin gibi Kürt illerine sık sık gazeteciler, yazarlar, aydınlar gelir giderdi. Bunların bir kısmı gerçekten ne olup bittiğini anlamaya çalışır, düzgün şeyler yazar, çözüme dair önerilerde bulunurken, bir kısmı da görevli vasıflarıyla bölge insanını kendince etkilemeye ‘doğru yola yönlendirmeye’ çalışırlardı.
Değişik kesimden insanlarla, çeşitli parti ve sivil toplum kuruluşlarıyla görüşmeler yapmaya, ‘yaralarımızı sarmaya’ gelmişlerdi sağolsunlar.
İşte bu ikinci gruptan bir ekip de Van’daydı…
Epey bir görüşme yaptıktan sonra en son, mizahi yanı oldukça kuvvetli, sevilen bir arkadaşımızla konuşmaya oturdular. Onu ikna etseler ‘çok etkili olur’ diye bilgiler almış, öyle ‘düşünmüşlerdi’ muhtemelen.
Anlattılar, anlattılar, ‘kaynaklar’ gösterdiler vs. Özünde ‘Kürt asıllı Türklüğümüzü’ kanıtlamak için bayağı bir didinip durdular.
Söz sırası arkadaşımızdaydı ve başladı konuşmaya: ‘arkadaşlar, biz Arap halkına çok saygı duyarız, siz birer Arap halkı evladı olarak taaa oralardan buraya gelmişsiniz…’
Gruptan biri, ‘Pardon ama biz Arap değil Türküz, bizi yanlış anladınız galiba.’ Arkadaş devam etti: ‘Bakın arkadaşlar, biz gerçekten siz Araplara ciddi sevgi ve saygı besleriz, sizinle ve tüm diğer halklarla kardeşçe yaşamak isteriz’ dedi ve gruptan biri sesini yükselterek: ‘ya kardeşim, Türk olduğumuzu söylüyoruz, iki de bir niye Arap Arap diye hitap ediyorsun bize, ne Arabı yahu..’
Arkadaşımız gayet sakin bir sesle devam etti konuşmasına:
‘Sakin ol arkadaşım, sizin Arap olmadığınızı, Türk olduğunuzu biliyorum, bakın size iki defa Arap dedim, kıyameti kopardınız. Cumhuriyetten bu yana bize ‘ben Türküm’ dedirtmeye çalışıyorsunuz, oysaki sizler de çok iyi biliyorsunuz biz Türk değil Kürdüz, siz bu coğrafyaya gelmeden çook önce buradaydık. Şimdi; Ankara’dan, İstanbul’dan kalkmış gelmişsiniz ve burada bize Türk olduğumuzu anlatmaya çalışıyorsunuz. Okullarda çocuklarımıza, sokakta insanımıza bunu dayatıyorsunuz, sonra da yok Çanakkale’yi, yok yurdu beraber hallettik gibi yapay şeylerle uğraşıyorsunuz, niyetiniz bizi Türkleştirmekse boşuna gelmişsiniz. Şimdi gidin otel odalarınıza ve biraz tarih okuyun lütfen, bölge insanını da çok saf zannetmeyin.’ Konuşma bitti, kimse tek bir laf daha etmedi.
Lokmalar boğazlara dizildi, bölge halkını ikna etmek için gelen bir kısım ‘aydın’ neye uğradığını şaşırarak kalktılar ve gittiler…
**
Amed zindanı sonrası Van’dan göçüp İzmir’e gittiğim ve DEP il sekreterliği yaptığım dönemdi. Bir arkadaşıma konuk gittim, sabah da il yönetim kurulu toplantısı vardı ve erkenden eve dönmek istedim, arkadaşım ısrarla kalmamı istedi. Sohbet sohbeti açtı, geç uyuduk.
Uyandığımda toplantıya yarım saat kalmıştı, hızla giyindim, kahvaltı etmeden koşar adım inip yoldan geçen ilk taksiye bindim. Adresi söyledikten sonra taksi şoförünün, doksanlı yıllarda İzmir’de en çok dinlenen, halkların ve kültürlerin kardeşliğini savunan Demokrat Radyo’yu dinlediğine tanık oldum. Radyo’da çok hoş bir Kürt ezgisi vardı. Hiç konuşmadan dinledim, bu arkadaşla mutlaka tanışmalıyım diye düşünüp sordum: ‘Kusura bakmayın, müziği bölmek istemedim, Kürt müsünüz?’
Ayağını gazdan kesti, arabayı yavaşlattı, yüzüme korkunç bir nefret ifadesiyle baktıktan sonra sordu: ‘Ne Kürdü, ne biçim konuşuyorsun sabah sabah be adaaam…’
Şaşırdım, ne diyeceğimi bilemeden ‘Pardon ama Kürt müziği dinlediğiniz için öyle bir kanıya vardım, üstelik ne var bunda, diye sordum…’
‘Bu şimdi Kürtçe mi?’ diye sordu, ‘Evet’ dedim, demez olaydım.
Radyoya öyle bir saldırıp kanal değiştirdi ki, bir kırmadığı kaldı. Suratı mosmor oldu, duymadığımı sandığı sesiyle küfürler etti. Sağa çekmesini istedim, parasını verip indim ve başka bir taksiyle gittim toplantıya. Kızmadım, kızamadım, niye ve kimler tarafından çok severek dinlediği müziğe bir anda düşman kesildiğini biliyordum.
Beş on dakikalık gecikme gerekçemi anlattım, kuruldaki arkadaşlarla şakalaştık, ‘alışırsın, burası metropol’ dediler…
**
Bir tarihte bir ağabey; ‘Halkı, halkları yönlendiren egemenlerdir. Bir gün o egemenliği kırıp, halkı, halkları kucaklaştıracağız, göreceksin’ demişti…
Her türlü kire rağmen görüyorum.