2005 senesinde Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümüne girmemin hemen ardından Sabah gazetesinde stajyer olarak çalışmaya başlamıştım. Çünkü medya sektöründe iş bulmak için, okulun pek de önemli olmadığı, okurken sektöre bir yerinden girmenin zorunlu olduğu söylenirdi sıklıkla. Aynı benim gibi, öğrencilerin büyük bir kısmı çeşitli kurumlarda çalışıyor, dersler pek önemsenmiyor, okul sadece sınav dönemlerinde doluyordu. Sadece yemek parası karşılığında, gece muhabirliği yaptığım bu stajyerlik deneyimi, tabii ki TOMA ve ağaçla röportaj yapan “usta gazeteci”nin bölüm şefi olmasının da büyük etkisiyle, bana gazeteciliğin ne olmadığını ve bu hayatta ne yapmak istemediğimi henüz okulun ilk senesinde göstermiş oldu.
Evet, okulda aldığımız derslerin yaptığımız işte pek bir karşılığı yoktu. Ancak, zaten yaptığımız işten öğrenebileceğimiz pek bir şey de yoktu. Stajyerlik, genç gazeteci adaylarının mesleği öğrenmesinden, okulda aldıklarını bu kurumlara katmasından ziyade, herkesin medya kurumunun var olan işleyişinin içerisine atıldığı, “şanslı” olanların cüzi bir ücretle çalışmaya devam edebildiği bir seçme süreciydi sadece. Sonrasında da birçok stajyerlik deneyimine tanık oldum.
Deneyimli muhabirlerin veya bölüm şeflerinin ayak işlerine koşmaktan, en alakasız ve yayımlanmayan haberlere gönderilmeye ve çalışanların egosunu tatmin etme sahası olarak kullanılmaya kadar birçok işlevi vardı stajyerliğin. Gazeteci adayına her zaman hissettirilen, orada bir fazlalık olduğu, okulla sektörün alakasının olmadığı ve işi hak etmek için her gün biraz daha kendisini paralaması gerektiğiydi. Bu süreçten canlı çıkanlar, ya para almadan ya da çok az bir maaşla yıllarca stajyerliğe devam ediyordu.
Çalışma yasasına aykırı bir biçimde yıllarca sigortasız bir şekilde çalıştırılan bu insanlar, medya sektöründeki emeğin ciddi bir bölümünü oluşturuyordu aslında. Bu insanların, emeklerini ücretsiz olarak ya da hak ettiklerinin kat kat altında maaşlarla kâr odaklı bir şirkete sunmasının altında, yıllar sonra alabilecekleri iyi bir maaş ve iyi bir mevki beklentisi vardı muhakkak. Ancak bunun yanında, gazetecilik mesleğinin başındaki hale de, sektörün emek sömürüsünü kolaylaştıran olgulardan birisiydi.
Genç bir gazeteci adayının imzasını gazetede ya da kendisini ekranda görmesinin verdiği haz, emeğini ücretsiz olarak sunmasının getirdiği yükleri silip atıyordu. “Ulvi” bir meslek olan gazeteciliğin sarp patikalarında ilerlemek için çekilmesi gereken çilelerdi hepsi. Frederic Lordon, “kapitalizm arzuyu kullanarak yeni emek süreçlerinde köleliği gönüllü hale getirmiş, kendini geliştirme söylemleri üzerinden faaliyetin kendisinden alınan hazzı ücretli emek ilişkisinin bağrına koymuştur” der (Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, Metis Kitap, 2011).
Bunu medya sektöründeki stajyer emeğinde oldukça net bir şekilde görebiliyoruz. Sektör, genç gazeteci adaylarının mesleklerine yönelik duyduğu arzuyu iyi bir şekilde yöneterek, kendisine sürekli yenilenen, ücretsiz bir işgücü sahası yaratıyor. Buradan seçtiklerini ise yıllarca sömürmeye devam ediyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu alan medya sektöründe çalışmanın güvencesizleştirilmesini kolaylaştırırken, siyasi olarak da yönlendirilebilen, kontrol edilebilen bir işgücü olanağını da yaratıyor patronlar için. Burada anlattıklarımız, sektörün bugünü için de geçerli. Ancak bugünü dünden farklı kılan, AKP’nin medyayı kendi kontrolüne aldığı böyle bir dönemde sadece emeğini ücretsiz olarak sunmanın yeterli olmaması. Örneğin, bu dönemde Sabah’ta, Star’da ya da Hürriyet’te stajyer olarak çalışmanın ve ilerlemek istemenin siyasi karşılıkları, geçmişten katbekat fazla. Bu da başka bir yazının konusu olsun.