Bir ülke düşünün, deniziyle, toprağıyla, gölüyle, nehriyle üzerinde ağırladığı insandan börtü-böceğe tüm canlılara eşsiz yaşamsal zenginlik bahşettiği bir yerküre parçasında kurulu olsun… Ama yerkürenin bu bölümünü yönetenler bir taraftan tüm doğayı talan ederek canlıların yaşam kaynağını geri dönüşü olmayacak biçimde yok ederken, diğer taraftan yurttaşlarının çok büyük bölümünü açlığa terk etsin… Tüm bunların üzerine bir de kendisine karşı oluşacak direnişi kırmak için aynı yerküre parçası üzerinde yaşayan halkları; inanç, etnik kimlik üzerinden bölüp birbirine düşman etsin.
Böyle bir ülkede yaşayan insanların mutlu olabilmesi, refaha, huzura kavuşabilmesi mümkün mü?
Doğal zenginliklere, insan emeğine el koyarak servet edinen ve yönetimi elinde bulunduran küçük bir azınlık dışında böyle bir ülkede insanların mutlu, huzurlu olabileceğini düşünen çıkar mı acaba?
Çıkmaz, düşüncesindeyim.
Hal böyle iken, iç güdüsel olarak yaşamda kalmanın ve geleceği güvenceye almanın mücadelesini veren insanlar yaşam kaynaklarını talan eden; kendilerine açlığı, sefaleti ve daha önemlisi geleceği belirsiz, güvencesiz bir yaşamı reva gören bir yönetime neden rıza gösterir?
Tüm canlılar gibi insanın da iç güdüsel olarak tepki vermesi gereken durumlarda tepkisiz kalarak rıza göstermesinin başlıca nedeni karşı karşıya olduğu durum konusunda bilgi sahibi ol(a)maması ya da vereceği tepkinin sonucunda daha büyük bir tehlikeyle karşılaşacağı korkusudur.
Obskürantizm ya da “bilmesinlercilik” de denen bu durum, tarihin ilk dönemlerinden beri kullanılagelen bir yöntem. Bilgiyi tekelinde tutanların, bu gücü ellerinden kaçırmamak için geri kalanların bilgiye erişimini zorlaştırmaya veya imkansız kılmaya yönelik çabalarına verilen isim. Yani kasıtlı olarak gerçeğin/bilginin toplum tarafından bilinmesini engellemeye çalışmadır. Meşhur örneklerinden biri Orta Çağ Avrupası’nda ısrarla dini ve entellektüel sahada ölü bir dil olan Latincenin kullanılmasıdır. Böylelikle eski Yunan ve Roma’dan miras kalan bilgi, katolik kilisesinin tekelinde kalmıştır. Ta ki Rönesans’a kadar.
Yakın zamanlı bir başka örnekse demokrasiye son verip, Almanya’yı tek parti diktatörlüğüne dönüştürmeyi başaran Nazilerin; Almanların sadâkatini, desteğini ve işbirliğini kazanmak için geniş çaplı bir propaganda harekâtı başlatmasıdır. Goebbels’in liderliğindeki Nazi Propaganda Bakanlığı gazete, dergi, kitap, sanat, radyo miting, toplantı… gibi Almanya’daki bütün iletişim araçlarının kontrolünü ele geçirmiştir. Herhangi bir şekilde Nazi inançlarına ya da rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramış ya da tüm medyadan kaldırılmış, bilgi Nazilerin süzgeciyle sunulmaya başlanmıştır.
Tarihin tekerrür ettirildiği böylesi durumlardan biri de bizde yaşanmakta uzun zamandır…
Bilgi sahibi olunmadan korkunun egemen olduğu koşullarda bilinç edinilebilmesi ve yaşamı, geleceği tehdit eden koşullara tepki gösterilmesi de beklenemez haliyle.
Dolayısıyla ülkeyi yöneten iktidar sahipleri, bunu çok iyi bildiği için gerçekleri toplumdan gizler ve ellerindeki propaganda araçları (Nazilerin kullandığı yukarıda sayılan alanlara eğitim sistemi, akademi, dijital dünyayı da ekleyerek) sayesinde yarattıkları yanılsamayla yalan, talan, sömürü düzeninin toplumun faydasına olduğu algısı yaratırlar. Yine aynı araçları kullanarak milliyetçiliği ve/veya dinciliği yükselterek halklar arasında düşmanlığı körükleyip, kendilerine yönelecek tepkileri etkisiz hale getirmeye çalışırlar.
Propaganda araçlarının toplumu ikna etme ve bölme konusunda yetersiz kalması halindeyse korku, kaygı yaratarak toplumu sindirme çabası içine girerler. İkna ve korku yaratma çabalarına rağmen iktidarın sorgulanıp, itirazların yükselmeye başladığı durumlarda ise devletin sahip olduğu baskı araçları (kolluk güçleri, yargı, cezaevleri vb) devreye girer.
Yönetenlerin gerçekleri gizleme, çarpıtma; halkları bölme; baskı aygıtlarını kullanma gibi yöntemleri karşısında tek çare birlikte mücadeledir, bunu gerçekleştirmenin en önemli aracı ise örgütlenmektir. Örgütlenmek için bilinç, bilinçli olmak için de “gerçeklere dair bilgi sahibi olmak” gerekir.
Örgütler, genellikle bilinçli kişiler tarafından, mücadelenin aracı olması hasebiyle kurulur. Bunu başarabilmeleri için her şeyden önce toplumu egemenlerin propaganda araçlarına karşı gerçeklerle buluşturma ve bilinçlendirme işlevini de üstlenmeleri gerekir. Tahakkümlerin sınır tanımadığı ve ölçüsüzce zarar verdiği şu zamanlarda bu örgütlere her zamankinden fazla iş düşmektedir.