Yılbaşından bir gün önceydi. Kırk yıl oluyor, hatta kırk bir oldu sanırım. Zayıf omuzlarıyla ağır sorumluluklar yüklenen genç bir adamdım o zamanlar. Bu çok özel bir şey değildi; hepimiz öyleydik yani, neysek oyduk işte. Elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk.
Yılbaşından bir gün önceydi, hatırlıyorum; üst katımızda oturan abim demişti ki, oğlum koştur koştur nereye kadar, yarın kaybolma bir yere, içeriz filan. İçkiyle o kadar aram yok aslında ama heves ettim işte, kadro da iyi, güzel abiler olacak biliyorum. Rakı ucuz o zamanlar, meze desen Allah ne verdiyse. Tamam dedim aklımdan, işler güçler çatapatlar bi dursun hele, kömürlükte bir yer vardı, koydum aleti edevatı oraya, bildiğin sivilim yani: Yıllık izin!
Gece. Geç vakitti. Kapı çalındı, açtım. Gözleri kan çanağına dönmüş bir arkadaş; önce konuşamadı, yutkundu kaldı öyle. Sonra, anlattı. Genç bir arkadaşımızın evine, demir kapının önüne koymuşlar bombayı. Kapıyı çalıp, çocuğun adını seslenmişler, sonra kaçmışlar. Annedir, tezcanlıdır işte ya, açayım demiş. Ben görmedim cenazeyi, görülecek gibi değil dediler, bana bile bunu dediler yani, o kadar kötüymüş işte.
Hastaneye yakın oturmak kötüydü o zamanlar; hastanenin dibinde oturmaksa en kötüsü. Bizim ev tam oradaydı, hastanenin burnunun dibinde. Nerede birini vursalar, ilk ben morgun kapısında oluyordum. Hazırda kimse yoksa ayrıca ‘teşhis tanığı’ olarak… Halil’i gördüm o mermerden tuhaf şeyin üstünde. Kardeşim gibiydi; haylaz, komik ve cengâver… Köyüne giderken silah istemişti benden, başına iş almasın diye vermedim. Birinden bulmuş ama sonra. Kahveye faşistler girdiğinde uyarılmış, belinde silah olduğu halde geriye dönüp bakmayı gururuna yedirememiş. “Yapamaz lan” demiş. Amcasının oğluydu vuran; daha sonra başkalarını da vurdu. Sendikacı Mustafa Abi ve çıraklarını öldürüp hamur kazanına attılar Turgutlu’da. Ki o fırında bir gece yarısı sıcak ekmekle peynir yemişliğim vardı. Sonunda, ‘fikri iktidardayken’ kendisi idam sehpasına çıktı bir gece yarısı. Üst katımızdaki hücrelerden alıp götürdüler.
Fahrettin Abi’yi gördüm aynı mermerin üstünde, kuru temizlemeciydi, titiz bir adamdı çok. Sanırsam TİP üyesiydi. Dükkânında oturmuştum birkaç hafta önce. Öyle bembeyazdı ki mermerin üzerinde, sanki bir damla kan kalmamıştı gövdesinde, hepsi boşalmış. Sordum, olurmuş bazen öyle.
TÖB-DER üyesi Süleyman Yanmaz, ah ki hiç onun sınıfında okuyamadım, kapıyı şöyle yarım aralamıştı aslında o akşam; ama o kadar aralık bile yetti katillerine.
Bana bir şey olmaz diyordu Hüsnü Çorlu ama oldu. Ülkü Ocakları’na yakın bir kahvede oturmanın bedelini kanla ödedi.
Bütün o cinayetlerin emirlerini verenlerden birini, yıllar sonra bir gazete haberinde gördüm; Elazığ’da Cemaat’in “Kimse Yok mu” derneğinin başkan yardımcısı olarak ilkokul çocuklarına kırtasiye dağıtıyordu; bir eli çocuklardan birinin başında… Diğeri ise, şimdi milletvekili hâlâ; en son ‘Gelecek’ peşinde koşmaktaydı.
Yılbaşından bir gün önceydi… Akile Yeşilyurt… Oğlunun, Feyyaz’ın yüzüne baktım hastanede o gece; daha doğrusu bakamadım. Öyle bir acı yeryüzünde görülmemiştir. Eve döndüm. Kömürlüğün kapısını araladım; bir zaman çöküp kaldım öylece…
Devlette devamlılık esastır.
Bazen anneleri öldürürler, çocuklar öksüz kalsın diye; bazen çocukları öldürürler annelerin yüreği yansın diye.
Gazeteye yeniden döndüğüm ilk zamanlardı. Yılbaşına üç gün vardı ve biz Roboski’den gelen o ilk fotoğrafları gördüğümüzde zaman durmuştu sanki. Katırların sırtında, battaniyelere sarılı çocuklar, yanık ayakkabılar… Kimse ne diyeceğini bilemedi.
Devlette devamlılık esastır…
Bazen anneleri öldürürler, bazen çocukları.
Geriye, buruk bir yılbaşı kalır.