Yıllar boyunca, korkularla beslendi toplum. Siyasette yıllarca paranoyalarla ve buna bağlı olarak algı yaratmakla yönlendirildi toplum.
Toplumda düşünceleri biçimlendirmeye yönelik tüm korku, kaygı ve fobiler bu algı mühendisliğiyle oluşturuldu.
İçinde düşman, hain sözcüğünün geçmediği bir argüman oluşturmak nasip olmadı siyaset erbabına. Kendi görüşünün dışındaki herkese düşman gözüyle bakılır oldu.
Algı yönetimlerinde tehdit algısı ya da düşman algısı yaratmak işin olmazsa olmazıdır. Bu konuda ‘iç’ ya da ‘dış’ fark etmez. Hatta iç, dışla bağlantı içinde gösterilse getirisi daha fazladır.
Sorunlar, aksaklıklar olduğunda, işler yolunda gitmediğinde her şey bu ‘düşman’a bağlanır. Bazen bir düşman az gelir, kolonlama usulu çogaltmak zor bir iş değil. Fazla düşman göz çıkarmaz, dursun kenarda onun da günü gelir.
Geçenlerde sosyal medyada ölüm yıldönümü dolayısıyla adına övgüler dizilen; ırkçılığın duayenlerinden Hüseyin Nihal Atsız’ın 1941 yılında oğluna vasiyet anlamında yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler içerdeki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun.”
Dönüp bakıldığında dünden bugüne çok şey değişmediğini söylüyor olmak yanlış olmasa gerek.
*
Algı yöntemiyle düşman oluşturmanın idareciye sayısız olanak sağladığı defalarca test edilmiştir. Çünkü bu algıda her musibet bu düşmanlardan kaynaklanmaktadır. Bunun da çaresi idarecilere kayıtsız şartsız destek vermek onu eleştirmemektir.
Bu desteği vermeyenleri şeytanlaştırmanın yolu da yapay korkular üretmektir. Algıda düşman yaratma idare edenlere büyük olanaklar sağlar her zaman.
İşler yolunda gitmediğinde hedef bellidir artık. Her türlü başarısızlığın sebebi bu düşman ve düşmanlar olacaktır söylemde. Bununla mücadele etmenin biricik yolu olarak da iktidarı destekleme ve asla eleştirmemek olarak propaganda edilecektir.
Hani: “Eğer dikkat etmezseniz, medya size zalimi mazlum, mazlumu da zalim olarak gösterebilir” demiş ya Malcolm X. Birçok alanda olduğu gibi; toplumda bu rızayı sağlamak için de böyle bir gücü elinde bulunduran medya devreye girer ve bu sayede bağımlı kümelerin rızası da sağlanır.
Bu yöntemde daha çok duygulara hitap edilir. Propaganda faliyetlerinde ve konuşmalarda kitlenin duygu dünyasını esas alırlar. Bu sayede rızayla birlikte aidiyet ve itaat devreye girecektir.
*
Bu durumlar yıllar öncesinde birçok siyaset bilimci tarafından ele alınmış ve detaylarıyla ortaya konulmuştur.
Siyaseti bireylerin kendi varoluş koşulları üzerinde söz söyleme yetisi olarak değerlendirip politikayı varoluşsal bir eylem olarak gören Hannah Arendt’e göre: Siyasi erkin yoğunlaşmış bir biçimi olan devletin bu alanı kuşatması, siyasetin varoluş koşullarını ortadan kaldırarak, siyaseti bir tür teknokrasiye dönüştürür. Böyle bir ahvalde, geriye sistemin basit bir dişlisine dönüşmüş, siyasete ilişkin fikir üretmekten aciz kitleler kalır.
Nietzsche’nin tanımladığı anlamda söylersek: “‘Pasif nihilizm’e batmış kitleler için, biyolojik varlığın idamesi tek değer haline gelir. Kötülük sıradanlaşır, en vasat ve sığ kaygılarla hareket eden bireyler aracılığıyla bütün toplumsalı kuşattır.”
Evet. Eski veri tabanlarımızla, düşünmeden, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayı sürdürdüğümüz sürece algı mühendisliklerinin birer piyonu olmaya devam edeceğiz.