Tarihsel süreçte insanlık, güvenli barınak bulma ya da besin arayışı amacıyla beraber hep göç hareketlerinde bulunmuş, sonrasında tarım gibi geçim ve besin kaynaklarının elde edilme araçlarının değişip, dönüşmesiyle bir anlamda yerleşikliği doğurmuş. Yerleşik olma durumu, çeşitli tarihsel süreçlerde ileri, uygar olma anlamına gelirdi. Sonrasında hiyerarşi ve tahakkümle buluşan insanlık, kentleri de yaratmaya başladı.
Kentler, iktidarlı sistemlerin bürokrasisi, askeri gibi kurumların varlığıyla da uygar olmanın göstergesi, etiketi olabiliyordu. Güncelde ise özellikle endüstriyalizm ve neoliberalizmle buluşunca artık kentler markalaşmaya başlamış oldu. Ulaşım, ham madde, iş gücü gibi şartlarından fabrikalara kadar yeniden düzenlenen kentlerde arşa değen çok katlı plazaları, siteleri yarattı, öyle ki bu kentlerin adı endüstri kenti olarak kavramlaştırılmaya başlandı.
Yine markalaşma ya da reklam yüzü olunca kentler, birbirine benzeme yarışına girerken, köyler kentleşiyor, kentler megapolleşmeye doğru hızla gitmektedir. Öyle ki bazı kentler, yüzyılın yeni gasp türü olan kentsel dönüşüm ile yıkıma uğratılarak adeta tarihsel doku ve mimarisinden uzak bir şekilde yeniden inşa edilmektedir. Sosyolojik olarak bakınca, bireyin mekânla kurduğu ilişkilenme, bir yerleşik olmaktan öte, artık mekânın canlı olduğu gerçekliğine işaret etmektedir. Zira bir evin inşasından bugüne değin, içinde yaşayan bireyler arasında bir hafıza oluşturmaktadır.
Bugün ülkemiz açısından bakınca Kürt sorunu sonucunda yaşanan köy boşaltmalarından, bugün yapılan güvenlik barajları ve çatışmalı süreç göçü yarattı. Kentlere göçen kitlelerin sosyal, kültürel, ekonomik gibi bir çok sebepten ötürü uzun süre uyum sağlamakta güçlük çektikleri açıktır. Ya da ekonomik olarak geçimin özellikle makineleşme ve endüstriyel tarımın artmasıyla köylerde küçük çiftçilik biterken büyük kentlere göç yaşanmaktadır. Sonuçta yaşanan göçün, ekonomik ya da savaş gibi çok farklı sebepleri olurken, birey mekân-kırım yaşamaktadır. Öyle ki bir kayboluş sürecinin açıkça göstergesidir bu durum, yıllar geçse de sonradan bir gün döneceği hayalini kurmaktadır.
Birkaç yıl öncesinde kentlere kadar inen çatışmalı süreç, ülkenin diğer yakası tarafından hâlâ tam olarak bilinmese de yaşayanlardaki sancı devam etmektedir. Zira çatışmalı sürecin sonunda yıkılan kentlerin molozu kaldırılmadan, kentsel dönüşüm planları ortaya atıldı. Ve sürecin yaratıcıları bugün günah çıkarmakta, doğrusu bu günah çıkarma ülkenin belli bir süreci içinde muktedir olmuş bireyleri için, adeta bir ritüel haline gelmiştir. Bugünlerde bugün konuşacağım, yarın konuşacağım diye toplumda bir beklenti yaratırken, aynısını yıktığı kentlerde sürecin mimarları olduklarını unutmuşlar gibi “İktidar olursak Sur’da hakları ihlal edilmiş olan vatandaşların haklarını geri veririz” diyebilmekteler.
Tabii başta belirttiğimiz gibi, kentleri de yarıştırmak isterler demiştik, bu sözleri dile getiren mimarımız, zamanında Sur’u Toledo yapmaktan bahsetmişti. İşin ilginci Toledo’nun tarihsel süreçte nasıl Toledo olduğunu da bilmekten uzak bir eda takınmaktaydı. 1800’lerde İspanya İç Savaşı sonucu, Fransızların işgali söz konusu olunca, 1936’da 3 aylık süren bir kent savunması olarak dünya tarihinde olarak bilinmektedir.
Ve mesele buyken, Sur’un güncel haline gelince, yüzlerce aile hâlâ kiralık evlerde oturmakta ya da bir kısmı eğer şanslı ise TOKİ’de bir ömür borçlanarak anca bir ev sahibi olabilmişler. Sokakların, mahallelerin isimleri değişti, sabahtan horoz sesiyle akşama kadar çocuk seslerinin yankılandığı sokaklar şimdi bir ölü sessizliğinde. Bunlarla beraber yasaklı olan mahalleler ve inşa durumunda olan evler, pardon evler değil; cezaevleri, zira yeni evler cezaevlerini andırmakta…
Ve kendisi unutulduğunu sanıyor ama tekrardan sormak icap eder: Peki Toledo’ya ne oldu?