**Öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki, hiçbir şeyin size ait olduğunu söyleyebilecek durumda değilsiniz. Şimdi mallarınıza, ailelerinize ve yaşamlarınıza yarım yamalak bile sahip olmak, size büyük bir mutluluk gibi görünüyor. Tüm bu zarar, bu kötülük bu yıkım size düşmanlardan gelmiyor. Hiç kuşkusuz düşmandan, yani öylesine yücelttiğimiz, uğruna cesaretle savaşa gidip, kendimizi ölüme atmaktan çekinmediğimiz kişiden geliyor. Size böylesine hâkim olan kişinin iki eli, iki gözü ve bir bedeni var. Sizden tek farkı sizin ona sağladığınız üstünlük: Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa nasıl oluyor da, sizi dövebildiği bu kadar eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar, sizlerin değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidar olabilir?
**Bir kişinin binlercesi karşısındaki cesaretine şaşırıyoruz da, binlercesinin bir kişi karşısındaki korkaklığına neden şaşırmıyoruz? Üstelik savaşmaya bile gerek yokken, bu zorbanın elinden bir şey almaya çalışmak yerine, ona başta bir şey vermemek bu kadar kolayken? **İnsanın doğal özgürlüğünü yitirip kulluğu, köleliği arzulayacak kadar kötü bir duruma düşmesi ancak devletin ortaya çıkması ile gerçekleşir. Bölünmüş bir toplum, yani yönetenler ve yönetilenler şeklinde ikiye ayrılan her toplum zorunlu olarak bir kulluk toplumudur.
**Devlet insanlığın yazgısı değildir. Devlet toplumun varlığı için, toplumun kendisini sürdürmesi için zorunlu bir koşul değildir.
**İnsanlar kulluğu gönüllü olarak benimserler. İktidar biçimleri sadece baskı uygulamaları ile yetinmeyip kendini kabul ettirecek yeni ilişkilerde geliştirir. İdeolojik söyleme başvurarak meşruluğunu kanıtlar ve böylece hükmetme boyun eğme ilişkilerinin yanına buyurma onama ilişkilerini de ekler. Gerçekten iktidarın gerçekten olabilmesi için iktidar arzusunun kendisine gerekli olan boyun eğme arzusunu da yaratmalıdır. Ona bağlıdır!
**Özgürlüğünü yitiren insan insanlığını da yitirir. Yozlaşır… Öküzler bile boyunduruk altında sızlanır… Kuşlar ise kafes içinde yakınır. Kendi benliğini yadsıdığı bir düzeye iner, doğasının değişmesi, yozlaşması sonucu artık bir hayvan bile değildir.
**Tiran; iki gözü, iki eli ve bir bedeni olan sıradan bir insandır. Fakat bu insana halk tarafından verilmiş bir sürü göz, el ve ayak vardır. Yönetim biçimi ne olursa olsun iktidarın özü tiranlıktır. İktidarın gerçek anlamda iktidar olabilmesi, yani kurumsallaşıp yerleşebilmesi için halkı bağımlılığa yönlendirmesi ve kulluğu sevdirmesi gerekir.
**Uyrukların büyülenmişçesine tirana, egemene sevgi duymaları, insan doğasının yozlaşmasının en açık belirtisidir. Düzeni simgeleyen tirana karşı sevginin yetersiz olması egemenin belirlediği yasalara karşı çıkıp onları çiğnemek anlamına gelir. Bir bakımdan herkes yasalara uyulup uyulmadığını kontrol edip başkalarını yasalara olan bağlılık ölçütüyle değerlendirerek kendiliğinden düzenin gönüllü koruyucusu olur.
**Güneşin bize göründüğünden çok farklı göründüğü, aralıksız altı ay boyunca aydınlattıktan sonra altı ay boyunca karanlıklarda bıraktığı ülkeler varsa, bu uzun gecede doğanlar aydınlıktan bahsedildiğini hiç işitmeselerdi ve gündüzü hiç görmemiş olsalardı, doğdukları karanlıklara alışmaları ve ışığı hiç arzulamamaları şaşırtıcı olur muydu? Hiç sahip olmadığımız şeyler için hiç üzülmeyiz; üzüntü yalnızca ve her zaman tadılan hazdan sonra gelir; sahip olunanın bilgisi geçmiş sevinçlerin hatırasına eklenir. Özgür olmak ve öyle kalmak insanın doğasındadır; ama ne var ki, eğitim ona başka bir kalıp verdiğinde, kolayca bu yeni kalıba girmektedir.
**İki çeşit toplum vardır. İnsan ilişkileri birinde komplo üzerine, diğerinde ise dostluk üzerine kurulmuştur. İlkinde insanlar suç ortaklarıdır birbirinden çekinirler. İkincisinde insanlar arkadaştır birbirlerini severler.
*** Yukarıda aktardığım pasajlar yüzyıllar evvel, yani 16.yy’da yazıldı. Yazan 22 yaşında bir gençti. Adı Etienne de La Boétie’dir. 1530’da doğdu ve 33 yaşında, 1563’te öldü. Hukuk okudu. Yaşı küçük olmasına rağmen yetenekliydi. Bu yüzden Kral II. Henri’nin onayıyla Bordeaux Parlamentosu’nda danışman olarak görev yapmaya başladı. Bu görevini 1563’teki zamansız ölümüne değin devam ettirdi. Parlamentoda Fransız deneme yazarı Montaigne ile tanışan La Boétie, onunla derin bir dostluk kurdu. Öyle ki Montaigne, La Boétie’nin ölümünün ardından “Kanımca çağımızın en büyük insanıydı” diyecektir.
Bu büyük düşünce insanı devlet, iktidar, hegemonya üzerine yoğunlaştı ve bu alandaki düşünceleri “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” kitabında birleşti. Yukarıdaki tespitlerde de görüldüğü üzere hala yaşayan ve insana yol açan fikirler. Aklın yolunun bir olduğuna da, günümüz toplumsal çıkmazların özce nelerden kaynaklandığına dair de güzel bir örnektir. Alıntıladığım cümleler “bugüne dair” yeterince şey söylediği için üzerine bir şey eklemeye gerek yok. Ama belki ilk alıntıdaki sorulara geçtiğimiz hafta, Cumartesi Anneleri direnişinde vücut bulan ‘el-göz-ayak’ların kenetlenen senfonisi üzerinden bir cevap bulunabilir.