Mülksüzleştirip, üretim araçlarından yoksun bıraktığı kitleleri, yaşamlarını sürdürecek bir gelir için emek gücünü satmaya mahkûm bırakan bir sistemdir, kapitalizm. Emek gücünü satın alan sermayedar (patron) bunun karşılığında işçiye ne kadar az ücret ödeyip, ondan ne kadar yüksek verim elde ederse kârını ve sermayesini de o denli arttırmış olur. Sermaye ne kadar çok birikirse yani emek sömürü ne kadar yoğun olursa kapitalist sistem de o ölçüde güçlenir.
Kapitalizmin bu temel işleyiş mekanizması Covid-19’la birlikte sarsıldı, sorgulanır hale geldi. Yaşamını sürdürmek için emek gücünü satmak dışında seçeneği bulunmayan milyarlarca emekçi, hızla yayılan ve öldürücü olan pandemiyle mücadelenin en etkili önlemi “fiziksel mesafe” kuralına rağmen çalışıp kendisi ve yakınlarının yaşamını tehlikeye atmak ile aç kalmak arasında bir tercih yapmak durumunda kaldı.
Patronlar, çalışanlarının -onlarla birlikte tüm toplumun- yaşamını hiçe sayarak ekonomik faaliyetlerin sürdürülmesinde ısrar etti. Amaçları sadece kârların düşmesi değil, zaten içinden çıkılamaz bir krize sürüklenen sermaye birikim rejiminin işleyiş mekanizmasının sekteye uğramasını engellemekti. Sistemin karşısına çıkan tüm çetrefilli koşullarda olduğu gibi devlet yine etkin biçimde devreye sokuldu.
Kapitalizmde devletin görevi, sermaye birikiminin önündeki engelleri gereken her durumda temizleyip sistemin sorunsuz biçimde işlemesini sağlamaktır. Dolayısıyla devlet bu görevi birikim rejiminin özelliklerine göre yerine getirirken sömürüyü en üst seviyeye getirecek sistemin de uygulayıcısı olur. Yani ideolojik (eğitim, din, hukuk vd) ve baskı (yargı, cezaevleri, kolluk güçleri vd) aygıtlarını kullanarak emek rejimini, vergileri, teşvikleri, üretim ve bölüşüm ilişkilerini düzenler.
1.Dünya Savaşı’nın ardından 1970’lerin başına kadar egemen olan içe dönük, Fordist birikim rejiminin sosyal/refah devleti anlayışında devlet, talebi arttırarak sermaye birikimini sağlamaya çalışmıştı. Bu nedenle özellikle erken sanayileşen ülkelerde bir taraftan satın alma gücünü arttırmak için sendikalaşma özgürlüğü ve toplu pazarlık hakkı tanınarak ücretler yükseltilirken; diğer taraftan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel harcamaları devlet üstlenmişti. Böylece özel sektörün ürettiği tüketim mallarına talep artmış, gelir dağılımı da bir nebze olsun düzelmişti.
1970’lerden sonra benimsenen dışa dönük, esnek birikim rejimi ve neoliberal politikalarla birlikte sendikalar, toplu pazarlık ve sosyal güvenlik sistemiyle sosyal devlet, kapitalizmin üzerinde yük olarak görüldü; Türkiye’nin de içinde yer aldığı kimi ülkelerin yasa ve anayasalarında adı hala anılmakla birlikte sosyal devlet fiilen ortadan kalktı. Ancak yurttaşların büyük bölümü devleti, sosyal işlevleri olan ve kendisi için “güvence” oluşturan bir konumda “imiş” gibi görmeye devam etti.
18 yıldır iktidarda olan ve devletin imtiyazlarını sonuna kadar kullanan AKP’lilerin son günlerde yurttaşlar için sarf ettiği sözler bu “imiş” gibi durumun gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu ortaya koyudu. AKP’li siyasetçiler, saray bürokratları ve onların aile fertlerinin yurttaşların vergilerinden üç-dört ballı maaşı birden alması; kamu ihaleleri; kendilerine peşkeş çekilen ormanlar ve kamu arazilerinin yanı sıra bir de “Millet aç, milletin midesine kuru ekmek giriyor” sözlerine karşı Fransız İhtilali öncesinde kraliçe Marie Antoinette atfedilen “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” sözünü anımsatan “O zaman aç değiller” sözü devletin halini tüm açıklığıyla gözler önüne serdi.
Devlet artık, erken sanayileşen ülkelerde 1945’lerde Türkiye’de ise 60’larla başlayan paternalist (babacı) devlet değildir. Bugün AKP ile temsil edilen devlet, 18. yüzyıl sonunda Fransa’da Marie Antoinette atfedilen sözle özdeşleşen toplumun içinde bulunduğu gerçeklere “körleşmiş” devlettir ki bu anlayışın hakim olduğu feodal devlet, halk tarafından yıkılmıştır.
Gelin görün ki halk hareketleriyle yıkılan feodal devletin yerine geçen kapitalist devletin bugün geldiği yer, üzerine oturduğu feodal devletin sonunu getiren halkı küçümseyen, yok sayan körleşmiş devlet anlayışıdır.
Pandemi karşısında sermayenin kârı için halkın sağlığını hiçe sayan politikaların sonucunda Türkiye’de her gün pandemi nedeniyle yaşamını yitiren sayısı -resmi rakamlara göre- 250 kişiyi bulmuştur. Faaliyetleri durdurulan hizmet sektöründe yüzlerce küçük işletme iflas ettiği, milyonlarca işçi emek gücünü satamadığı için yaşamlarını sürdürecek gelirden yoksundur. Anayasada “sosyal devlet” ibaresi bulunmasına rağmen, yaşamını sürdüremeyenlere yönelik devletin dişe dokunur hiçbir politikası yoktur. Milyonlarca yurttaş, yoksulukla, açlıkla karşı karşıyadır. İşsizlik, açlık nedeniyle intihar haberlerinin alınmadığı gün yok gibidir.
Kendi sorunlarına karşı körleşmiş sistemin ve onun devletinin kurbanı olmak istemeyen işçinin, köylünün, esnafın, kadınların, gençlerin yani halkın sesi ise devletin zor aygıtları acımasızca kullanılarak susturulmaya çalışılmaktadır.
Halktan kopmuş, körleşmiş düzenin bir geleceğinin olmadığı aşikardır. Halk, her türlü baskıya rağmen eninde sonunda gerekeni yapacaktır. Ancak burada önemli olan körleşen düzenin yerine neyin konulacağıdır. Belirli bir ideolojiye sahip olmadan sadece körleşen düzeni yıkmak, Fransız ihtilalinde olduğu gibi halka körleşen bir başka düzenin kurulmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
Adını açık olarak ifade edersek, Covid-19 karşısında halkın sağlığını kendi kârına tercih eden, milyonlarca yurttaşın işini, sağlığını ve yaşamını kaybetmesine neden olan düzenin adı “kapitalizm”dir ve bu düzenin devletinin Türkiye’de bugünkü temsilcisi AKP’dir. Düzenin halka karşı körlüğünü ortaya seren de AKP’nin siyasetçi ve bürokratlarıdır. AKP’den kurtulmak halk için önemli bir adım olabilir ama yerine emeğini, doğasını, yaşamını savunan bir alternatif koyamadığında; adı farklı bir iktidar partisiyle mevcut düzenin devamına hizmet edecektir. Bu nedenle emeğini, doğasını, yaşamını savunan halk hareketlerinin yürüteceği mücadelenin sınıfsal perspektife sahip olması ve siyasi bir özneyle hareket etmesi gerekir!