Emil Michel Cioran ‘Umutsuzluğun Doruklarında’ adlı yapıtında, “Zamanın şeytani gücü en özel eğilimlerimize engel olarak kendini hepimize dayatan çaresizlik duygusunu kamçılar” diyor.
Her gün kullandığımız cümleler, kullandığımız replikler bu çaresizliğe ışık tutabilecek önemli birer yansıtıcıdır. Özellikle “Kaderimiz buymuş…” gibi ifadeler yerleşik inancı yeterince anlatmaktadır. Böyle bir görüntü, birey olarak yapılacak hiçbir şeyin olmadığı, tümüyle bir başka gücün himayesi ve tekeli altında çare bekleyen toplum görüntüsüdür.
İnsanın farklı düşünebilmesi, görünenin ve sunulanın ötesine geçebilmesi, önyargılardan ve şablonlardan kurtulabilmesine bağlıdır. Kendisine sunulanı irdelemekten, sorgulamaktan yoksun bireylerden oluşan toplumların varacağı bir menzil yoktur. Bu tür bir yapı tek tek bireylerin (Aslında birey olamamış demek gerekir) ve toplumların tarihi hezimetler tablosundan ibarettir.
***
Toplumun tarih boyunca bir miras olarak taşıdığı kadercilik, kendini aciz görmesi kolay değişebilir bir olgu değildir. Her zaman “bir bilene” sorarız, devlete “baba” deriz. Kaderden, alınyazısından sıkça bahsederiz. Temel ve genel anlayış devletin güçlülüğü vatandaşın ona tabi olma mantığı üzerine kuruludur. Aynı anlayışı okulda, ailede iş yerinde yani hayatın her alanında görmek mümkündür.
Bilinen öyküdür: Hindistan’da filleri eğitmek için onları küçücükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlarmış. Yavru filin bu zinciri koparabilmesi, kırabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün değildir. Küçük fil önceleri bundan kurtulabilmek için tüm gücüyle uğraşır. Defalarca dener, ama sonucu değiştiremez, özgürlüğüne kavuşamaz. Yıllar geçer fil kocaman olur, bağlı olduğu kazığın ve zincirin çok daha büyük ve kalınına gücü yetebilir artık. Ama fil asla böyle bir girişimde bulunmaz. O asla özgür olamayacağına inanmıştır. Artık kırılmayan şey, filin zinciri değil inancıdır. Küçük yaşta ona aşılanan çaresizlik tutmuştur.
Bu örnek bize çaresizlik kavramının toplumdaki yansımalarını göstermek açısından bir fikir verebilir.
***
Evet… Kadercilik insanımızın çok belirgin özelliklerindendir. Sahip olduğu vadeli yaşamın kendisine emaneten verilmiş olduğuna inanarak yaşar çoğu insan. Bireyler olarak olasılıkların içinde yaşıyor olmamız gerçeği, kadercilikle bir kavşakta buluşabilmektedir. Yani olasılıkları kontrol etme imkânımızın her zaman olmadığını vurgulayan kadercilik tanımı, bu haliyle belki anlaşılabilir. Ancak kaderciliği “olacakların nedenleri hep benim dışımdadır ve ben hiçbir şey yapamam” noktasına taşımak, bireysel yaşamla ilgili alınabilecek kararlardan vazgeçmek anlamına gelir.
Böyle bir konumda olan biri yaşamının daha zengin ve mutlu olabilmesi için inisiyatif sahibi olamaz, örgütlenme ihtiyacı duymaz, mücadele etmeyi gereksiz görür. Hep bir yerlerden çare bekler, çarenin kendinde olduğunun farkında değildir. Ona göre çocuklar büyüklerin, vatandaş devletin işine karışmaz. “Büyük”lerin işine karışma, katılma ve sorgulama yoktur. Artık sadece biat etme vardır.
***
Fil yavrularının eğitimi gibi, ilk adımlar ailede başlar. Hayatı, özgürlüğü bize uygun görülen sınırlar içinde yaşarız. Sistemin sadık neferlerin belki de türlü yöntemleri kendi gücümüzle belli ölçülerde kısmen yok edebiliyoruz ama önemli olan sisteme ilişkin duruşumuzdur. Ne yazıktır ki bu konuda çoğumuz kendimizi çaresiz hissederiz. Oysa sisten gücünü bizden alıyor.
Bu noktada bir çoğumuz çok ketum davranırız… Çaresiz kalırız… Oysa Jacop Riss’in bu anlardaki duruma ilişkin saptaması bize bir referans olabilir, “Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa ama değil kırmak, küçük bir çatlak bile oluşturamaz… Sonra birden yüz birinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir… İşte o zaman anlarım ki taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.”