Bireyin yaşamının herhangi bir döneminde siciline işlenen bir suç kaydının, ömür boyu hayatını zorlaştıran bir yafta olarak karşısına çıkarılması adil değildir. Özellikle de o suçun bedeli ödenmişse… Yıllar sonra da olsa her iş başvurusunda veya herhangi bir konuda ruhsat talebinde, pasaport veya vize almaya çalışırken, nikâh işlemleri esnasında, bir dernek veya siyasi parti üyeliğine müracaat ederken sürekli o kayıttan ötürü mağdur edilmesi bir bakıma insan hakkı ihlalidir.
Ancak burada işin can alıcı ayrıntısı, ‘suçun bedeli ödenmişse’ şartında gizli.
Günümüzde her an, her yerde hesabı sorulmamış, bedeli ödenmemiş suçlarla karşılaşıyoruz. Dönemin siyasi iklimi içinde kimi suçlar, özellikle devlet memurları marifetiyle işlenenler mutlak bir dokunulmazlık ve cezasızlık ile geçiştiriliyor. Örneğin HDP’li seçilmiş belediye başkanlarının yerine atanan kayyumların yolsuzlukları belgeleriyle ortaya çıktığı halde, herhangi bir soruşturma açıldığı duyulmadı. Keza özel harekât polislerinin veya jandarmaların hedef gözeterek insan vurmaları, zırhlı araçlarla sivilleri katletmeleri çoğu kez dava dosyasına bile girmedi. Mahkemeye yansıyanlar ise, bilirkişi veya adli tıp raporları aksini söylese dahi, ‘taksirle öldürmek’ olarak değerlendirilip, para cezalarıyla kapatıldılar.
Bu türden suçların gündelik olaylar olarak algılandığı bir dönemden geçmekteyiz. Düzen, valilerin veya devlet yetkililerinin açıklamalarından başlayarak, basının çarpıtmaları, inkârı, en azından görmezden gelmesiyle, mahkemelerin de aldıkları talimatlarla hüküm kurmalarıyla adaletin tecelli etmesini engelliyor.
Sıradan insanların yarım ağızla kulağına çarpan, göz ucuna takılan bu hak ihlalleri, mağdurlarda ve onların yakınlarında çok daha derin izler bırakıyor oysa. Cumartesi insanları, gözaltında kaybedilenlerin, kayıtlara ‘faili meçhul’ olarak geçenlerin yakınları ömürlerini adalet talep ederek tüketiyorlar.
Bugün Türkiye’de milyonlarca insan “Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner” özdeyişini fiilen yaşayarak, o umuda sarılarak sürdürüyor ömrünü. Şüphe yok ki birileri, bir yerlerde teslim edilmemiş hakların, cezasız kalmış suçların, o suçların faillerinin, onları koruyan yargı mensuplarının, tecelli etmemiş adaletin çetelesini tutuyor sessizce.
Eğer ‘unutulma hakkı’ denerek o çetelelerin yok edilmesi isteniyorsa, buna rıza gösterilemez. Devri sabıkla hesaplaşma beklentisi, devlette süreklilik ilkesinden ötürü asla karşılığını bulmamış olsa da, hakkı yenilenlerin en önemli umududur.
‘Devlette devamlılık esastır’ ilkesi bir gerçeğin ifadesidir. Türkiye’de devlet, yurttaşların sicil kaydını tutan bir yapılanmadır aslında. Türk Tarih Kurumu eski başkanlarından Yusuf Hallaçoğlu’nun “Ben Dersim’de hane hane herkesin kökenini bilirim” sözünü yabana atmamak gerekir. Kaldı ki salt devlet değil, toplum da insanların kökeni konusunda zamana meydan okuyan bir hafızaya sahiptir. Nesiller sonra dahi ihtida edenlerin geçmişi komşularının, köylülerinin, hemşerilerinin aklından çıkmaz.
Üstelik bu kayıt tutma geleneği, ‘güvenlik soruşturması’ adı altında salt devletin mahrem bilgilerine ulaşılabilinen görevlerle de sınırlı değil. Hekim veya öğretmen atamalarından avukatlık ruhsatı edinmeye, iş başvurularına, eğitim bursu talebine kadar yaşamın her alanında insanların geçmişi sorgulanıyor.
Bu uygulamalar sayesinde örneğin KHK-lerle işinden atılanların bir daha iş bulması, sadece kamuda değil, özel sektörde de çalışabilmesi engellenebiliyor. ‘Fırıncıya söyleyin ekmek de vermesin’ diye bir özdeyiş vardır. Nitekim bu uygulamaları gerçekleştirenlerin yanıtı da ‘ağaç kabuğu yesinler’ oluyor. Zulmün, acımasızlığın tepe noktasıdır burası doğal olarak.
Bu uygulamalar karşısında unutulma hakkının yaşamsal önemi tartışılamaz bile. Ancak diğer yandan mağdurların unutmama iradesinin de bir o kadar yaşamsal öneme sahip olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmamalıyız.
Աշխարհում ով մոռանայ, ջուխթ աչքով թող քոռանայ:*
*Unutanın iki gözü kör olsun.